Her yıl aralık ayında asgari ücret gündemin en başına oturur, belirleninceye kadar ilk sıralarda kalır. Ardından asgari ücretin yeni oranı üzerinden daha alt sıralarda tartışma bir süre daha sürer gider. Keza biz köşe yazarlarında da bu durum aynen böyledir. Gündemde bu konu olunca çalışma hayatı üzerine yazan çizen herkesin yorum yapması beklenir. Oran ne olacak, vergi dışı bırakılacak mı, kim ne demiş, ne anlama geliyor, hükümetten hangi açıklamalar geliyor, işveren ne veriyor gibi soruların yanıtı aranıp durur. Tüm bu tartışmalar ve çıkan sonuç, asgari ücrete mahkum edilen çalışanların köleliğini, yoksulluğunu daha sevimli hale getirmekten öteye gidemiyor. Daha öncede bu yorumu yapmıştım. Dün Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun üçüncü toplantısı yapılırken yine aynı şeyleri düşündüm. Sahnelenen orta oyunu dikkatli bakınca çok can yakan ve sıkan bir hal alıyor.
İşçi, işveren ve hükümetten oluşan pazarlık masası süreci nasıl işliyor bakmak, sanırım gerçeği görmek için yeterli. Taraflar kendi talepleriyle masaya geliyor ve sözüm ona pazarlık başlıyor. İşçi tarafı içinde bulunduğu ekonomik koşulların ağırlığından, işveren üzerindeki yüklerden, hükümet de bütçenin durumundan şikayet ediyor. Sonra geliniyor son oturuma ve pazarlık masasına bir sarı zarf geliyor. Bundan sonrasında ne olduğunu uzun yıllar Türk-İş adına bu pazarlığa katılan Tekgıda-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Türkel’e sordum. O sarı zarfın içinden ne çıkacağını ne işçi ne de işveren tarafı bilmiyor diyor. Peki süren pazarlık zarftan çıkacak ücrette belirleyici değil mi diye sorduğumda “Kesinlikle değil” yanıtını verdi. Asgari ücretin kendisi tartışma konusu olmalı iken bu toplantılar ise sadece bir geleneği görüntü itibarıyla sürdürmekten ve hükümetin seçim yatırımı olarak kullanmasından öteye gitmiyor. Hem de öyle ki; devletin kurumunu bile işlevsizleştirerek. Hükümet bu süreç içerisinde TÜİK’in yaptığı araştırmaların sonuçlarını dahi görmüyor. O zaman bu pazarlık süreci niye var?
Açmaz sadece burada değil, asgari ücrete ya da ücrete bakış açımızda. Uzun yıllardır çalışmalarını takip ettiğim Birleşik Metal-İş uzmanlarından ve Birgün gazetesi yazarlarından Serkan Öngel’in dünkü yazısı asgari ücrete çok büyük anlamlar yükleyip buradan kahramanlık destanı yazmaya çalışanlara güzel bir cevap niteliği de taşıyor. Ücretin ne anlama geldiğini son derece sade bir dille anlatan Öngel, yaşam koşullarında son iki yıllık değişimi rakamlarla verdikten sonra şöyle diyor: “Bu veriler dikkate alındığında ücreti ile geçinemeyen milyonlarca işçinin gözünün kulağının Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun vereceği kararda olacağını tespit etmek zor olmasa gerek. Ancak Türkiye’de mesele tespit edilen/edilecek asgari ücretle çözülecek gibi değil. Çünkü sorun sendikal hakları baskı altına alarak işçileri örgütsüzlüğe teslim eden, toplusözleşme hakkından mahrum kılan, dolayısıyla asgari ücrete mahkum eden siyasal iktidarın sermaye dostu politikalarından, daha genelinde insanları kâr/zarar hesaplarının nesnesi haline getiren kapitalizmden kaynaklanmaktadır.”
Öngel’in yazısının altına imzamı atarım. Tam da söylemek istediklerimi yazmış. Kapitalist sistem içerisinde işçiye atılacak şamarın ardından az acıdı diye yanak okşamaktan öte gitmiyor bu orta oyunu. Sorunun çözümündeki en önemli adım örgütlü toplumun yaratılmasındaki engelleri aşmak olacaktır. Yıkılan sosyal devletin acilen inşası bu adımdan geçiyor. Yoksulluğu asgari ücret pazarlıklarıyla bitirmek mümkün değil. Bu durum sürdükçe yoksulluk kabullenilecek doğal bir süreç olarak algılanmasına sebep olacaktır. Oysa yoksulluk kader değildir!