OSMANLI DEVLETİ DÖNEMİNDE SERMAYEDARLAR VE İŞVERENLERİN ÖRGÜTLÜLÜĞÜ
Osmanlı’da sermayedar sınıf, yabancı uyruklu sermayedarlardan, Levantenlerden, Osmanlı’nın gayrimüslim sermayedarlarından ve sayıları çok az olan Müslüman sermayedarlardan oluşuyordu.
TEKGIDA-İŞ SENDİKA AKADEMİSİ
Bu sermayedarlar iki ayrı örgütlenme içindeydi. Başka bir ülkenin vatandaşı olan sermayedarlar, o ülkenin Osmanlı’da kurduğu ticaret odasına üyeydi. İstanbul’da yaşayan tüm tüccar ve sanayiciler ise Dersaadet Ticaret ve Sanayi Odası’na üye oluyordu. Yabancı uyruklu sermayedarların da bu odaya üye olma ve yönetimde yer alma hakları vardı. Üyeler arasında, gayrimüslim ve Müslüman ayrımı da yapılmıyordu.
1908 öncesindeki dönemde Osmanlı Devleti’nde Avrupa sermayesinin önemli ilişkileri ve yatırımları vardı. Avrupalı sermayedarlar Osmanlı’daki sermayedar sınıfın bir parçasını oluşturuyordu. Avrupa sermayedarlarının bir bölümü uzunca bir süre önce Osmanlı’ya yerleşmiş Levantenlerdi. Avrupalı sermayedarlar, Osmanlı’daki Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklarla yakın bir işbirliği geliştirdiler ve gayrimüslim azınlıklardan bir ticaret, finans ve sanayi sermayedarlarının doğmasına önemli katkılarda bulundular. Ayrıca, 15. yüzyılın sonlarında İspanya’dan Osmanlı’ya göç eden Yahudiler içinde 17.yüzyılda yaşayan Sabetay Sevi’nin takipçileri de (“Sabetaycılar” veya “Dönmeler”) ayrı ve içine kapalı bir cemaat oluşturdu. Bunların bir bölümü de sermayedarlaştı.
Osmanlı Devleti, 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren giderlerini karşılamada zorluk çekmeye başladı. Genişlemenin durmasıyla başka bölgelerden ganimet ve ek vergi biçiminde kaynak aktarımının sona ermesi, uzayan savaşların giderlerinin artması ve ihtiyaçların karşılanabilmesi amacıyla iç kaynaklara yönelinmesi gündeme geldi. Devletin artan nakit ihtiyacının karşılanması amacıyla, ülkede toplanan vergide mültezimlerin kullanılması yaygınlaştı. Mültezimler de ülkedeki gayrimüslim sarraflardan borç alarak, devlete karşı yükümlülüklerini yerine getirmeye başladı. Böylece, servet sahibi bazı gayrimüslimlerin elindeki birikim, tefeci sermayesine dönüştü. Vergisini ödemekte zorlanan köylülerin de aynı yola başvurması söz konusuydu.
Rumlar ve Yahudiler, Fatih Sultan Mehmet döneminden 18. yüzyıla kadar sarraflıkta ön plandaydı. Ancak 18. ve 19. yüzyıllarda tamamı gayrimüslim olan sarrafların yüzde 85’ini Ermeniler oluşturuyordu. Müslüman sarraf yoktu. Ermeni sarraflar çeşitli vergilerin toplanmasında iltizamla uğraşırken, Yahudi sarraflar genellikle saray çevresinin ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgileniyordu. (Şule Eskenazi, Türkiye’de Burjuvazi Olgusu: Gayrimüslimlerin İktisadi Faaliyetleri (1908-1945), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Ana Bilim Dalı Doktora Tezi, 2018;106)
Bu gayrimüslim unsurlar, Osmanlı’yı sömürme çabası içinde bulunan Avrupalı sermayedarlarla yakın ilişki içindeydi. Bu ilişkinin bir boyutu, dini inanç ve dil yakınlığıydı. Diğer boyut ise, Osmanlı’yı zayıflatma ve ardından parçalama çabası içinde olan Avrupalı devletlerin, Osmanlı’nın zayıf karnı olarak gayrimüslim azınlıkları kullanılacak araçlar olarak görmesiydi. 1821 yılındaki Mora Ayaklanması ile başlayan süreç, Avrupalı devletlerle Osmanlı’daki gayrimüslim azınlıklar arasındaki ilişkiyi daha da güçlendirdi.
Yahya S. Tezel bu süreci şöyle anlatmaktadır:
“Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gayrimüslim tüccar ve sarraf çevreleri 16. yüzyılda büyük önem kazanmaya başladı. (…) 17. yüzyılda ömür boyu mültezimliğin, 18. yüzyılda ise eyaletlerin birer bütün halinde mültezim-valilere bırakılmasının yaygınlaşması, gayrimüslim tüccar-sarrafları daha da güçlendirdi. Bunlar ya mültezim olarak vergi-rant kaynaklarını kendileri kesime alıyor, ya da Müslüman askeri guruplar ve ayan ve derebeyleri arasından çıkan mültezimlerin üstünde, ellerinde tuttukları para fonları aracılığıyla iktisadi, hatta siyasi denetim kuruyorlardı.” (Tezel,1982;57)
“Asıl güçlerini aracılığını yaptıkları Avrupalı tüccarlardan alan bu Ermeni, Yahudi ve Rum İstanbul sarraflarından bazılarının varlığı, 18. yüzyıl sonlarına doğru 1 milyon sterlini bulmaktaydı. Yerli gayrimüslim tüccar-tefecilerin Osmanlı ekonomisinin kapitalist dünya piyasasına eklenmesi açısından yerine getirdiği temel işlev, Avrupalı tüccarlarla bunların Osmanlı İmparatorluğu’ndaki nihai müşterileri arasında aracılık yapmak, Osmanlı ülkelerindeki tüketim ve üretim alanlarını kapitalist gelişme merkezlerindeki birikime bağlayan zincirlerin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki başlıca halkalarını oluşturmaktı.” (Yahya S.Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi (1923-1950), Yurt Yay., Ankara, 1982;58)
Böylece bir gayrimüslim finans sermayedarları oluştu. Orhan Kurmuş’un tespitleri de şöyledir:
“Rumlar ve Ermeniler Avrupa sermayesinin Batı Anadolu’ya girmesi ve yerleşmesi sürecinde önemli bir rol oynadılar. Bölgeyi ve gelenek-göreneklerini yakından tanımaları, ticaret ilişkilerinde bulundukları Türk halkın dilini bilmeleri, ticari deneyim ve becerileri onları Avrupalılar için vazgeçilmez, doğal bir ortak niteliğine yükseltti. İzmir’deki ticaret kolonisi ile bölgenin içerilerindeki üreticiler arasındaki tek bağ Rum ve Ermenilerdi. Onlar olmadan ithal edilen Avrupa malları satılamayacağı gibi, Batı Anadolu’nun ihraç malları da üreticilerden toplanıp İzmir’e, oradan da Avrupa pazarlarına gönderilemezdi. (…)
“İzmir’de ve daha içerilerde yerleşmiş Rum, Ermeni ve Yahudi toplumları olduğu gibi, çeşitli Avrupa uluslarının temsilcileri de İzmir’de ticaret kolonileri kurmuştu.” (Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Bilim Yay., İst., 1977;32-33)
“İzmir nüfusunun büyük çoğunluğunu ve içerdeki kentlerin nüfusunun yüzde 25 – yüzde 85’ini meydana getiren Rum, Ermeni ve Yahudiler ekonomik bakımdan son derece güçlüydüler. Küçük ticaret ve sanayi, bankacılık ve kıyı ticareti hemen hemen tümüyle onların elindeydi. Yahudiler daha çok parasal işlerle uğraşırken, en ücra köşelerdeki bakkal dükkanları bile Rumların veya Ermenilerin kontrolü altındaydı. Rumlar aynı zamanda sokak satıcılığından nalbantlığa, değirmencilikten, kahveciliğe kadar her türlü işle uğraşıyordu. En başarılı oldukları alan ticaret, özellikle komisyonculuk idi. Kısaca söylemek gerekirse can alıcı birçok ekonomik faaliyete azınlıklar hakimdi.” (Kurmuş,1977;33-34)
“İngiliz sermayesinin Türkiye’ye ihraç edilmesinde en etkin rolü oynayan anonim şirketlerin yanısıra, Levant şirketinin dağılmasından sonra İzmir’i kendine vatan edinen veya sonradan İngiltere’den İzmir’e göç eden İngilizlerin rolünü de küçümsememek gerekir. Bu ikinci grup daha çok toprak spekülasyonu, madencilik imtiyazları, aile şirketleri biçiminde sanayi işletmeleri ve ticaret alanında faaliyet gösteriyordu. (…) Bu grubun üyeleri çoğunlukla doğma-büyüme İngiliz değildiler. Aralarında uyruklarını değiştirerek İngiliz vatandaşı olmuş Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve hatta Türkler bulunuyordu. Uyruğunu değiştirip İngiliz vatandaşı olan Osmanlı vatandaşları genellikle adlarını de değiştirdikleri için bunların sayısını kesinlikle bilmek olanağı yok.” (Kurmuş,1977;35)
Haydar Kazgan, gayrimüslim sermayedarların ekonomide artan rolünü şöyle özetlemektedir:
“Osmanlı azınlıkları, Avrupa misyoner hareketinin bir sonucu olarak, 19. asrın ilk çeyreğinde özellikle iktisat, ticaret ve çeşitli meslek öğretiminde Türkler üzerinde büyük bir üstünlük sağlamaya başlamışlardı. Daha sonra açtıkları kendi cemaat okullarında da bu üstünlüklerini arttırmışlardı. Böylece 19. asır boyunca memleketin bütün dış ticaretini kontrolleri altına aldıkları gibi, imparatorluğun hemen her tarafında iç ticareti, her türlü üretim (tarım dahil) kuruluşlarını ve nihayet küçük esnaflığı dahi kendilerine özgü bir dayanışma içinde ele geçirmişlerdir. Bunun yanında, gelişen bankacılık ve her türlü iktisadi faaliyete destek sağlayan bankerlik ve tefecilik de tamamen kontrolleri altına girmişti. (…)
“Azınlıklar ekonomik yönden güçlendikleri ve yabancılarla birlikte memleketin ekonomik hayatına hakim oldukları gibi, gerek 1876 ve gerek 1908 meşrutiyetlerinin getirdiği hürriyetler ve haklar sayesinde siyasi olarak da güç kazanmışlardı. Diğer taraftan azınlıklar, kendi cemaat okullarını geliştirdikçe, cemaat ve teba olmaktan çıkıp, kendi milli varlıklarını ortaya koyacak ve buna bağlı siyasi eylemleri besleyecek bir öğretim olanağına da kavuşmuşlardı.” (Haydar Kazgan, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Şirketleşme, Vakıfbank Yay., İstanbul, 1999;202)
Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi ve üretimin artmasıyla uluslararası düzeyde ticaretin yaygınlaşması sürecinde, Osmanlı’nın kabul ettiği kapitülasyonlar, Avrupa ürünlerinin Osmanlı’da pazarlanması ve Osmanlı’dan çeşitli tarım ürünleri ile hammaddelerin alınması sürecini hızlandırdı. Bu süreçte, Osmanlı’daki Rum, Ermeni ve Yahudiler, dış ticarette aracılık görevini üstlendi. Gayrimüslim azınlıkların yabancı dil bilgisi ve dini inanç yakınlığı, bu işbirliğini daha da geliştirdi. İlk başlardaki aracılık, Osmanlı uyruğu gayrimüslimlerin aracılıktaki başarılarıyla, Osmanlı’da ağırlıklı olarak gayrimüslimlerden oluşan ticaret ve finans sermayedarlarının ortaya çıkmasını sağladı. Bu ticaret sermayedarları, padişahtan bazı ayrıcalıklar da elde etti. Müslüman eşraftan dış ticarette aracılığa soyunanlar (“Hayriye tüccarı”) ise başarılı olamadı. Avrupa sermayesinin Osmanlı’daki ağırlığı arttıkça, gayrimüslim sermayedarlar da Avrupa sermayesi ve devletleriyle ekonomik ve siyasi işbirliğini daha da geliştirdi ve güçlendi.
Osmanlı Devleti, hazinenin nakit sıkıntısı içinde bulunduğu durumlarda, İstanbul’daki gayrimüslim sarraflardan, diğer bir deyişle, finans sermayedarlarından borç alıyordu.
1838 yılında Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında imzalanan Baltalimanı Anlaşması sonrasında Osmanlı’nın dış ticareti hızla artınca, gayrimüslim Osmanlı sermayedarlarının sermaye birikimi daha da arttı. Bu sermayedarlar, ürün aldığı köylülere gerekli durumlarda faizle borç vererek tefecilik de yaptı.
1839 yılındaki Tanzimat Fermanı’na kadar bazı kamu görevlileri ve gayrimüslim azınlıkların servetleri müsadere edilebiliyordu.
Osmanlı Devleti’nin 1839 yılında ilan edilen Tanzimat’tan önce maddi sıkıntıyla karşılaştığında epeyce sıklıkla başvurduğu bir yöntem, “müsadere” idi. Devlet, özellikle gayrimüslim azınlıkların malvarlığına el koyabiliyordu. “Padişahın okçubaşısı Halet Efendi boşalan ve bir türlü dengeye sokulamayan devlet hazinesine varidat sağlamak için, başta Rumlar olmak üzere, ticaret ve diğer iktisadi faaliyetler yolu ile kısa zamanda zenginleşmiş kişilerin hemen tümünü bir bahane ile ‘ihanet-i vataniye’ suçundan idam ettirip bütün mal ve mülklerini devlete varidat kaydettiriyordu.” (Kazgan,1999;36)
Bu uygulama da insanları sermaye birikimi eğilimini zayıflatıyordu. Tanzimat Fermanı ile müsadere uygulamasına son verildi. Böylece Osmanlı gayrimüslim ticaret ve finans sermayedarları daha güvenli bir yolda ilerlemeye başladı.
Yahya S.Tezel bu süreci şöyle özetlemektedir:
“Osmanlı ihraç mallarının içerdeki toptan ticareti bile yabancı şirketlerin denetimine girmiş, ithalatla ilgili ticaret işlevleri, metropol burjuvazilerinin organik uzantıları sayılabilecek yerli gayrimüslimlerin tekelinde kalmıştı. (…) Bu ticaret zinciri sisteminin iç halkaları üstünde binlerce yerli esnaf ve tüccar bulunmakta, ancak, toplam ticaret gelirlerinin dağılımında en büyük payı, yabancı kapitalistler ve onların organik uzantısı gibi olan İstanbul ve İzmir gayrimüslim tüccar çevreleri almaktaydı.
“Bankacılık Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yabancı özel sermayenin en önemli uğraşı alanlarından biriydi. (…) Padişah ve ailesinin İstanbul’daki gayrimüslim sarraf-bankerlere olan borcu 1863 yılında 11 milyon sterlini bulmuştu. İstanbul’un yerli gayrimüslim bankerleri ise, aslında Saray’dan aldıkları borç senetlerini Avrupa banka ve borsa çevrelerinde kırdırmakta, Saray’la Avrupa mali çevreleri arasında aracılık yapmaktaydı. (…)
“Osmanlı ekonomisinin ulaştırma sektörü de kesin bir yabancı denetimine girdi.
“Osmanlı İmparatorluğu’nun dış ticaretindeki ülke aşırı deniz taşımacılığı tamamen yabancıların denetiminde olduğu gibi, ülkenin limanları arasındaki taşımacılıkta Osmanlı bandıralı gemilerin payı çok azdı. (…) Liman kentlerini geliştiren de Avrupa sermayesi oldu. İstanbul, İzmir, Beyrut ve Selanik’te yabancı şirketler rıhtım, elektrik, havagazı, su, tramvay tesisleri kurdu ve işletti. (…)
“Avrupalı kapitalistlerin Osmanlı tarımındaki yatırımlarından daha önce söz etmiştim. Bunların tarım dışı üretken kesimlere yaptığı yatırımlar ise hem bir bütün olarak sınırlı kalmış, hem de daha çok ihracat için ham madde üreten madencilik kesiminde toplanmıştır. (…) 1910 yılında bu şirketlerin madencilik üretiminin toplam değeri içindeki payı yüzde 69’a, yerli gayrimüslimlere ait işletmelerin payı yüzde 12’ye yükselmiş, Türk işletmelerinin payı ise yüzde 19’a düşmüştü.” (Tezel,1982;79-81)
“Gayrimüslim ticaret burjuvazisi yerli varlıklı sınıflar arasında tam bir komprador işlevini kazandı. Zengin yerli Ermeni, Rum ve Yahudiler metropol burjuvazilerinin Osmanlı ekonomisiyle olan ilişkilerinde gereksindiği aracılık işlevlerini tekellerine almış, metropollerle olan din ve dil benzerlikleri bunların toplumun Müslüman-Türk çoğunluğu karşısındaki gücünü pekiştirmişti. Çoğu ikinci bir ülkenin vatandaşlığını elde ederek yabancılara tanınan vergi ve yargı bağışıklıklarından da yararlanmaktaydı. (…)
“Bu çevreler gelirlerinin önemli bir kısmını ülke dışına aktarmışlardır. İstanbul Levantenlerinin Paris’in en pahalı mahallelerinden birbiriyle görkem ve lükste yarışan köşkler yaptırdığı bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde harcadıkları da tüketime ve görkemli mesken yapımına gitmiştir. Yerli gayrimüslim tüccarların, bankerlerin ve Levanten-Avrupalıların Boğaz kıyılarında, Adalar’da, İzmir ve Trabzon gibi kentlerde yaptırdığı binlerce evin, yüzlerce konağın görkemli ve zevkliliği, Cumhuriyetin Müslüman-Türk burjuvazisinin yapılarıyla erişemediği izler olarak hâlâ bizimle beraberdir.” (Tezel,1982;83)
Osmanlı Devleti 1854 yılından itibaren ülke dışından borçlanmaya başladı. Bu borçlanmada, Avrupa sermaye çevreleri ile yakın ilişki içinde olan gayrimüslim sarraflar ve ticaret sermayedarları aracılık yapmaya başladı. “Galata bankerleri” adı verilen gayrimüslim sermayedarlar, Osmanlı Devleti’nin borçlanması sürecinde önemli gelirler elde ettiler. “Galata bankerleri”nin bu aracılığı, 1881 yılında alacaklı devletlerin müdahale etmesi ve Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulmasıyla sona erdi.
- yüzyılın ikinci yarısında Avrupalı sermayedarların Osmanlı’ya ilgisi arttı. İzmir-Aydın ve İzmir-Turgutlu (Kasaba) demiryollarının yapımı, yabancılara toprak satışının serbest bırakılması sonrasında Ege Bölgesi’nde İngiliz sermayedarlarının kurduğu büyük çiftlikler, madencilik ve diğer sektörlerde yabancı yatırımları, Osmanlı sermayedar sınıfı içinde önemli bir yabancı unsur yarattı. Ayrıca daha önceki yüzyıllardan itibaren Osmanlı ile ticaret yapan ve Osmanlı’da yerleşmiş yabancı uyruklulardan oluşan Levantenler de özel bir kesim oluşturdu. Batı ile ilişkileri iyi olan Sebataycılar (Dönmeler) de, kendi içlerinde ileri düzeyde bir dayanışma uygulayan kesimlerdi ve bunların bir bölümü de Osmanlı sermayedar sınıfının parçasıydı. Müslüman-Türk unsurlardan sermayedar sınıf içinde yer alanlar son derece azdı.
Osmanlı’nın son dönemlerine gelindiğinde, ekonomik olarak ciddi biçimde güçlenmiş ve Avrupalı sermayedarlarla yakın ilişki içinde olan çok güçlü bir gayrimüslim (Rum, Ermeni ve Yahudi) ticaret ve finans burjuvazisi vardı. Bu sermayedarlar bazı sanayi kuruluşlarına da yatırım yapmıştı. Sanayi yatırımlarına bir örnek, Tubini ailesinin fabrikasıdır.
“Banker Tubini ailesinin bir kanadı tarafından kurulup işletilmekte olan Beşiktaş’taki mobilya ve aksesuar fabrikası. (…) Tubini ailesi fertlerinin hepsi Fransız uyrukludur; İstanbul’a yerleşmiş ve özellikle baba Bernard Tubini, bankerlikle ün yapmıştır.” (Kazgan,1999;86)
“Bu fabrika, aslında, Baba Kamacıyan adında bir Ermeni tarafından kurulmuştu. Kırk kadar atölye halinde çalışan bu kuruluş, 1873 yılında Verdik Efendi namında birine devredilmişti. Vertik Efendi de fabrikalaşma çabası soncu Tubini’lerden aldığı kredileri ödeyemez duruma girmiş ve sonunda fabrika Tubini’lerden Aristide Tubini’ye kalmıştı.” (Kazgan,1999;87)
Osmanlı’da birçok maden yabancılar tarafından işletiliyordu. Gündüz Ökçün’ün tespitlerine göre, 1870-1911 döneminde verilen maden fermanlarının dağılımı şöyleydi: Türk: 102; Azınlık: 66; Yabancı: 101; Türk ve azınlık: 5; Yabancı ve Türk: 1; Yabancı ve azınlık: 7; Toplam 282. (Gündüz Ökçün, “XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Maden Üretiminde Türk, Azınlık ve Yabancı Payları,” Abadan’a Armağan, 1969;809)
Bu madenlerden bir örnek, Ereğli İşletmesi idi. “Ereğli Kömür Rıhtım ve Liman İşletmesi imtiyazına sahip olan şirket, Yanko Bey Yoannides’e 11 Cemaziyelahir 1311 (1896 Mayıs) tarihli Ferman-ı Ali ile verilen imtiyaz üzerine kurulmuştu. Kurucuları arasında, Fransız ve Belçikalı sermaye sahipleri yanında, Osmanlı azınlıklarından ünlü iş adamları da vardı. Nitekim Yanko Joanidis de bunlardan biri idi.” (Kazgan,1999;213)
- yüzyılın ikinci yarısında tarımda da geleneksel ilişkiler değişiyor, kapitalizm tarımda etkisini artırıyordu. Özellikle İngiliz sermayedarlarının Ege Bölgesi’nde kurdukları çiftlikler önemliydi. Orhan Kurmuş’un tespitlerine göre, daha 1868 yılında İzmir yakınlarında tarıma elverişli bütün toprakların en az üçte biri İngiliz sermayedarlarının tapulu mülkü olmuştu. (Kurmuş,1977;114). 1878 yılında ise “İzmir yakınlarındaki tarıma elverişli bütün toprakların 41 İngiliz tüccarının eline geçmiş olduğu bildirildi.” (Kurmuş,1977;115) Örneğin, A.O.Clarke isimli bir İngiliz, Kuşadası’nda 72.000 dönüm arazi almıştı. W.G.Maltass isimli bir İngiliz’in aldığı arazi 122.592 dönümdü. D.Baltazzi ise 247.000 dönüm arazi edinmişti. Orhan Kurmuş, İngilizler’in Batı Anadolu’da satın aldıkları toprakların 2,4 – 2,8 milyon dönüm olduğunu tahmin etmektedir. “Buna Rus, Ermeni ve Yahudilerin eline geçen toprakları da eklersek toplamın 5 ile 6 milyon dönüm arasında olduğunu sanıyoruz.” (Kurmuş,1977;116-117)
İzmir’li bir Levanten aile olan Baltazzi ailesinin tarım sektöründeki yatırımları da önemlidir. Baltazzi ailesi 1746 yılında Venedik’ten İzmir’e geldi ve yerleşti. Bu Levanten aile ticaret, madencilik, bankerlik, bankacılık, turizm, inşaatçılık, denizcilik ve tarım alanlarında yatırımlar yaptı. Ailenin Ayvalık, Foça, Aliağa, Menemen, Bergama, Turgutlu, Söke, Akhisar, Tire, Bornova, Buca, Aydın, Edremit, Yalova ve Mısır’da geniş arazileri vardı. Günümüzün Aliağa’sının hemen hemen tamamı Baltazzi Çiftliği arazisiydi. 19. yüzyılda Batı Anadolu’nun en büyük toprak sahibi veya tarım sermayedarı, Baltazzi ailesiydi. (Abdulkerim Çalışkan-Ünal Eryılmaz-Mehmet Oğlakçı, “19. YY Osmanlı Ekonomisinde Galata Bankerlerinin Rolü: Baltazzi Ailesi Örneği,” Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi SBE Dergisi, 11 (2), 2021;973-974)
Tarımda gayrimüslim sermayedarlar da etkiliydi. “Tarımda bir de azınlıklar gerçeği vardı: Bunlar, en mümbit ve sulak arazileri ele geçirmişler ve bol ürünler sayesinde kısa zamanda zenginleşerek, en ileri tarım teknolojilerini kullanma olanağını elde etmişlerdi.” (Kazgan,1999;77) “Hükümet 2 Muharrem 1872 tarihinde İstanbul, Marmara adaları ve bu kente üç saat mesafede bulunan bütün yerlerdeki tütün inhisarını işletmek imtiyazını, senedi 100,000 altın lira karşılığı ve beş yıl müddetle zamanın meşhur Galata bankerleri’nden Kristaki ve Zarifi’ye vermişti.” (Kazgan,1999;106)
Bu dönemde kurulan bankaların hemen hemen tamamı da yabancı sermayedarlara aitti. (Erol Ortabağ, Osmanlı İmparatorluğu’nda Bankacılığın Gelişimi ve Regülasyon, Türkiye Bankalar Birliği Yay., İstanbul, 2018;254,291-308)
1908 yılına gelindiğinde, Osmanlı’da Avrupalı, Levanten, Rum, Ermeni, Yahudi sermayedarlardan oluşan güçlü bir sermayedar sınıf vardı. Türk ulusal kimliğinin henüz gelişmediği koşullarda, Müslümanlar arasında “sermayedar” sayılabilecek insan sayısı son derece sınırlıydı. Müslümanların büyük bölümü küçük üretici köylü ve eşraftı. Osmanlı sermayedarlarının çıkarları, Osmanlı’yı bağımsız bir devlet yapmayı gerektirmiyordu. Osmanlı sermayedar sınıfı, tam tersine, Avrupalı devletler ve sermayedarlarla tam bir çıkar ve işbirliği içinde, Osmanlı’nın parçalanması için çaba gösteriyordu. Ancak bu çaba Kurtuluş Savaşı sayesinde başarısızlıkla sonuçlanınca, Osmanlı sermayedar sınıfı büyük darbe yedi. Kurtuluş Savaşı, bağımsızlık mücadelesi olmanın ötesinde, Osmanlı sermayedar sınıfının ekonomik, toplumsal ve siyasi hakimiyetine de son veren bir mücadeleydi.
Osmanlı Devleti’nde sermayedar sınıf incelenirken, öncelikle ele alınması gereken kesim, yabancı uyruklu sermayedarlardır. Avrupalı sermayedarların ticaret, bankacılık, tarım, madencilik, inşaat, sanayi, ulaştırma alanlarında yaptıkları yatırımlar, Osmanlı ekonomisinde önemli bir yer tutuyordu. Buna bağlı olarak da, bu şirket veya işletmelerin sahibi sermayedarlar, Osmanlı’nın ekonomik, toplumsal ve siyasal politikalarının belirlenmesinde önemli bir yere sahipti. Bu süreçte de Avrupa’nın emperyalist devletleriyle yakın bir işbirliği içindeydiler. Bu ilişkileri, Osmanlı’da kurulan ticaret odalarının durumunda görmek mümkündür. Avrupa ve bir ölçüde ABD sermayedarları, Osmanlı’da kurdukları ticaret odaları ve üyesi bulundukları Osmanlı ticaret odaları aracılığıyla kendilerinin ve devletlerinin çıkarlarını korudular.
TİCARET ODALARI
Osmanlı’da kurulan ilk ticaret odası, Avusturya-Macaristan sermayedarlarına aitti. Dersaadet Avusturya Ticaret Odası önce 1870 yılında konsolosluğun bir birimi olarak kuruldu. 1874 yılında da görünüşte konsolosluktan ayrı bir birime dönüştürüldü. Daha sonraki yıllarda da Beyrut, Şam ve Selanik’te birer ticaret odası açıldı. Ancak Avusturya-Macaristan sermayedarlarının Osmanlı’daki bu örgütlenmesi doğrudan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bağlıydı. Oda başkanının seçimi, ilgili büyükelçiliğin onayıyla gerçekleşebiliyordu. (Bu ve aşağıdaki bilgiler: Ufuk Gülsoy – Bayram Nazır, Türkiye’de Ticaretin Öncü Kuruluşu, Dersaadet Ticaret Odası, 1882-1923, İstanbul Ticaret Odası Yay., İstanbul, 2009; Zafer Toprak, “Osmanlı’da ‘Ecnebi’ Ticaret Odaları,” Finans Dünyası, Şubat 1990)
Fransa sermayedarları Fransa dışında ticaret odaları kurmaya 1884 yılında İstanbul’da başladı. Fransa, Osmanlı’daki Fransız sermayedarları aracılığıyla kendi politikalarını uyguladı ve bu sermayedarlara destek sağladı. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Dersaadet Fransız Ticaret Odası’nın 140 faal üyesi, 1000 dolayında muhabir üyesi bulunuyordu. Osmanlı’daki Fransız sermayedarları ayrıca Bursa ve Çanakkale’de de komiteler kurdular. 1889 yılında da İzmir Fransız Ticaret Odası kuruldu. Bu odanın 120 kadar üyesi vardı. Fransız Ticaret Odası’nın gelirlerinin yaklaşık üçte biri Fransız devleti tarafından karşılanıyordu.
Dersaadet İngiliz Ticaret Odası 1887 yılında kuruldu. Odanın 120 dolayında üyesi vardı. Üyelerinin önemli bölümü İngiliz yurttaşı değildi; ancak odanın idare meclisi İngiliz yurttaşlarından oluşuyordu.
İtalya sermayedarları da İtalya dışında ticaret odaları kurmaya karar verdiğinde, ilk girişimde bulundukları il, İstanbul oldu. Dersaadet İtalyan Ticaret Odası 1883 yılında kuruldu ve 1889 yılından itibaren İtalyan devletinden maddi yardım almaya başladı. Oda’nın Birinci Dünya Savaşı öncesinde 340 üyesi vardı. İtalyan sermayedarları ayrıca İzmir’de de bir ticaret odası kurdular.
Amerikan sermayedarları 1911 yılında İstanbul’da Memalik-i Şarkiyye Ticaret Odası’nı kurdu. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Oda’nın İstanbul’da 120, Beyrut’ta 30, Bağdat’ta 22, Atina’da 36, Halep’te 11, Mersin’de 11, Trabzon’da 12 ve ABD’de 126 üyesi vardı. Diğer yerlerdekilerle birlikte toplam üye sayısı 560’ın üstündeydi.
Dersaadet Yunan Ticaret Odası 1891 yılında kuruldu. 1914 yılında Oda’nın toplam üye sayısı 140 idi.
Hollanda sermayedarları 1903 yılında İzmir Felemenk Ticaret Odası’nı kurdu. Oda’nın fahri başkanı Hollanda’nın İzmir konsolosuydu. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Oda’nın 200’ün üstünde üyesi vardı.
Osmanlı’da kurulan en son yabancı ticaret odası, Rusya sermayedarlarına aitti. Dersaadet Rus Ticaret Odası 1913 yılında kuruldu; ancak Birinci Dünya Savaşı nedeniyle, gelişme olanağı bulamadan kapandı.
Osmanlı’da yerli sermayedarlar için ilk ticaret odası, 1882 yılında İstanbul’da kurulan Dersaadet Ticaret Odası idi. (Gülsoy-Nazır,2009)
14 Ocak 1882 tarihinde kurulan Dersaadet Ticaret Odası’na İstanbul’da ikamet eden tüccarlar, Müslüman veya gayrimüslim, Osmanlı veya yabancı uyruklu olmalarına bakılmaksızın, üye olabiliyordu. Üyeler, ekonomik durumlarına göre dört sınıfa ayrılmışlardı. Oda yönetiminde görev alabilmek için birinci ve ikinci sınıf tüccar olmak gerekiyordu. Birinci ve ikinci sınıf tüccarların büyük çoğunluğu gayrimüslim Osmanlı ve yabancı uyruklu idi. Bu nedenle, Dersaadet Ticaret Odası’nın yönetim organlarında 1922 yılına kadar gayrimüslim Osmanlı sermayedarları ile yabancı uyruklu sermayedarlar hakim durumdaydı.
Oda’nın ilk başkanı, Azaryan Aristakis Efendi idi. Azaryan Efendi, 1882 yılından, öldüğü 5 Mayıs 1897 tarihine kadar, Oda başkanlığını yürüttü. Bu dönemde karşısına aday bile çıkmadı. Oda’nın ilk yönetim kurulunda 24 üyeden 16’sı gayrimüslim Osmanlı sermayedarı ve yabancı uyruklu sermayedardı. Müslüman tüccarlardan yalnızca 6’sı yönetim kurulu üyesiydi. 1887 yılında 24 kişilik Oda Yönetim Kurulu üyeleri arasında yalnızca iki Müslüman üye vardı. 1913 yılında da 24 kişilik Yönetim Kurulu’nda 6 Müslüman tüccar, 18 gayrimüslim Osmanlı sermayedarı ve yabancı sermayedar vardı. Yabancı sermayedarlar arasında Fransız, İtalyan ve Rus uyruklular bulunuyordu.
Dersaadet Ticaret Odası’nda Müslüman tüccarların ağırlık kazanması, ancak Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanmasının ardından, 1923 yılında gerçekleşti.
Dersaadet Ticaret Odası’nın adı 1889 yılında Dersaadet Ticaret ve Ziraat ve Sanayi Odası oldu ve faaliyet alanı genişletildi. 1910 yılında da Dersaadet Ticaret ve Sanayi Odası oldu. 1909 yılında bir de Ticaret ve Ziraat ve Sanayi Cemiyet-İ Milliyesi adıyla bir dernek örgütlendi.
Ekonomik olarak önemli bir güce ulaşan gayrimüslim sermayedarlar, siyasi alanda da söz sahibi olma çabasına girdi. Rum kökenli sermayedarlar için bunun yolu, Osmanlı’nın parçalanıp Yunanistan’ın büyütülmesiydi. Ermeni kökenli sermayedarlar için ise Hınçak ve Taşnaksutyun gibi örgütler öncülüğünde bir Ermenistan kurulmasıydı. Yahudi kökenli sermayedarlar ise, Osmanlı’nın parçalanmasına karşı çıkıyor, çeşitli kanalları kullanarak siyasi gelişmeleri etkilemeye çalışıyordu.
Rum kökenli sermayedarlar, bu siyasi amaçlarına ulaşabilmek için Osmanlı-Yunan savaşında (1897) ve Balkan Savaşı’nda Yunanistan’ı aktif olarak destekledi. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi sonrasında, Osmanlı uyruklu Rumlar, Yunan işgal kuvvetlerine maddi ve manevi olarak büyük bir destek verdi.
1908-1919 DÖNEMİNDEKİ GELİŞMELER
Osmanlı sermayedar sınıfı, 1908-1919 döneminde, gerek İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1912-1913 yıllarından itibaren gayrimüslimlere ilişkin politikasında yaşanan değişime, gerek Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı nedeniyle epeyce güç kaybetti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin “milli iktisat” politikası çerçevesinde, gücü azaltılan gayrimüslim sermayedarlar yerine “milli burjuvazi” yaratma girişimi ise fazla etkili olamadı. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında eşraf ve bazı bürokratların katkısıyla kurulan şirketlerin büyük bölümü, 1919-1922 döneminde yok oldu.
Salâhi R.Sonyel, 1912 yılında İstanbul’da bankacıların durumunu şöyle özetlemektedir: “Osmanlı devletinde maliye (finansman) sahasında da gayri-Müslimler ve özellikle Rumlar üstün bir durumda bulunuyorlardı. 1912 yılında İstanbul’da özel bankacılardan 40’ı gayri-Müslimdi. Kimlikleri saptanmış olanlar arasında bunların 12’si Rum, 11’i Ermeni, 8’i Yahudi ve 5’i Levantin veya Avrupalı idi. İstanbul’da 35 borsacıdan 18’i Rum’du. Türklerden tek bir borsacı bile yoktu. Türkiye’nin Avrupa illerinde 32 bankacıdan 22’si Rum’du. Asya ülkelerinde ise (birçok Hıristiyan Arapların önde geldiği Arabistan dışında) 90 bankacıdan 40’ı Rum ve sadece (Eskişehir ve Bursa’da) 2’si Türk’tü. (Salâhi R. Sonyel, Osmanlı Devleti’nin Yıkılmasında Azınlıkların Rolü, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 2014;307)
Charles Issawi’nin belirttiğine göre, 1910’da, Rusya’dan mal ithal eden 28 büyük şirketten 5’i Rus, 8’i Müslüman, 7’si Rum, 6’sı Ermeni ve 2’si Yahudilere aitti. Osmanlı’nın doğu vilayetlerinde büyük tüccarların hemen hemen tümü Ermeniydi. (Charles Issawi, The Economic History of Turkey, 1800-1914, University of Chicago Press, Chicago, 1980;14)
İstatistikçi Indzhikyan’a (İncikyan) göre çeşitli ekonomik sektörlerde Müslümanların ve gayrimüslim tüccarların payı şöyleydi (Issawi,1980;14):
Sayı Türkler (%) Rumlar(%) Ermeniler (%) Ötekiler (%)
İç Ticaret 18.063 15 43 23 19
Endüstri 6.507 12 49 30 10
Meslekler 5.264 14 44 22 20
1913 ve 1915 yıllarında yapılan sanayi sayımlarına göre, sermayenin ve emeğin kökenleri şöyleydi: Türk: Sermaye yüzde 15, emek yüzde 15. Rum: Sermaye yüzde 50, emek yüzde 60. Ermeni: Sermaye yüzde 20, emek yüzde 15. Yahudi: Sermaye yüzde 5, emek yüzde 10. Yabancı: Sermaye yüzde 10, emek – . (DİE, Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, DİE Yay.No.683, Ankara, 1973;143)
AZINLIK SERMAYEDARLARA KARŞI TAVIR
İttihat ve Terakki Cemiyeti, 23 Temmuz 1908 öncesinde, II. Abdülhamit diktasına karşı gayrimüslim örgütleriyle de ilişki içindeydi ve amaçları, farklı köken ve inançlardan insanları “Osmanlı” kimliği altında birleştirerek, Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü koruyabilmekti. Ancak Rum ve Ermeni sermayedarlarının dış güçlerle ekonomik, toplumsal ve siyasal işbirliği içinde sürdürdükleri düşmanca tavır ortaya çıktıkça, “milli ekonomi” politikasıyla ülkeye sahip çıkacaklarını umut ettikleri bir “milli burjuvazi” yaratmaya çalıştılar.
Özellikle Rumların Osmanlı’ya karşı düşmanca bir tavır almaları, çeşitli girişimleri gündeme getirdi.
Osmanlı Rumlarının düşmanca tavırlarına bazı örnekleri Haydar Kazgan vermektedir:
“19. asrın sonundaki Yunan savaşında ve daha sonra Balkan Savaşı’na Beyoğlu’nun zengin Rum ailelerinin gençlerinden binlercesi Yunan ordusuna gönüllü yazılmışlardı. Bunun yanında, Yunan ordusunu güçlendirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nun en uzak köşelerinde dahi Rumlar iane topluyorlardı. İstanbul’da ve diğer büyük liman kentleri olan İzmir, Selanik, Trabzon’da balolar, müsamereler, temsiller tertip edilerek sözde cemaat ve yardımlaşma derneklerinin kasalarına giren bu paralar gizlice Yunanistan’a yollanıyordu.” (Kazgan,1999;202)
“Abdülhamit bankeri meşhur Jorj Zarifi (…) Zarifi, Yunan ordusunun böyle bir savaşa hazırlanması için Avrupa sermaye çevrelerinden alınan dış borcu organize etmiş ve çıkarılan tahvillerin İstanbullu Rumlar’a satılmasına yardımcı olmuştu. Hatta bu tahvillerden Türkler bile almıştı. (…) Balkan Savaşı’nda Osmanlı Rumlarının büyük desteği ile Yunan donanmasına kazandırılmış olan Averof zırhlısının Türk donanmasının Çanakkale’den çıkmasını önlediği herkesçe bilindiği andan itibaren Türkler işin nereye varabileceğini anlamışlardır.” (Kazgan,1999;203)
Yaşanan bu ve benzeri ihanetler, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni “milli iktisat” ve bir “milli burjuvazi” yaratma politikalarına yöneltti. İTC üyesi olmasa da, bu konuda görüş açıklayanlardan ve etkili olanlardan biri, Yusuf Akçura idi.
Yusuf Akçura’nın Türk Yurdu Dergisi’nin 2 Ağustos 1333 tarihli sayısında yayımlanan yazısında milli bir burjuvazinin yaratılmasının zorunlu olduğu şöyle anlatılıyordu:
“İntibâh-ı iktisadinin asıl en mühim ciheti, san’at ve ticareti hor gören, ve bir Osmanlı Türküne lâyık meşgale ancak askerlikle memurluktur diyen hatalı ve zararlı zihniyetin değişmesidir. Osmanlı saltanatında Türk burjuvazisi hemen yok gibiydi. (…) Türkiye’de dahi burjuvazi sınıfını mahkum unsurlar teşkil ediyordu. Osmanlı yalnız sipahi ve memurdu. Halbuki zamanımız devletlerinin temeli burjuvazidir; muasır büyük devletler, san’atkar, tüccar ve bankacı burjuvaziye dayanarak teessüs etmiştir. Türk intibâh-ı millisi, Devlet-i Osmaniyye’de Türk burjuvazisinin tekevvününün meydan-ı itibarı olabilir ve Türk burjuvazisinin inkişaf-ı tabiisi sekteye uğramayacak olursa, Osmanlı Devleti’nin sağlam taazzu’u temin edilmiş olur. (…)
“Devlet-i Osmaniyye’nin 19.asır burjuvazisi, Garb kapitalizmasının komisyoncu ve acentalığını eden Yahudi, Rum, Ermeni gibi yerli gayr-ı Türklerle menşe-i millilerinin ve tabiiyyet-i hakikalarının tefrik ve temyizi gayr-ı kabil Levantenlerden terekküp ediyordu. Eğer Türkler, kendi içlerinden Avrupa sermayesinden de istifade ederek, bir sermayedar burjuva sınıfı çıkaramayacak olursa, yalnız memur ve köylüden ibaret Osmanlı hey’et-i ictimaiyyesinin muasır bir devlet halinde devamlı yaşayabilmesi zorlaşacaktı.” (Zafer Toprak, Türkiye’de “Milli İktisat” 1908-1918, Yurt Yayınları, Ankara, 1982;410-411)
Ziya Gökalp’in Vatan şiirinde de şöyle deniyordu: Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye/ San’atına yol gösteren ilimle fen Türk’ündür/ Hirfetleri birbirini daim eder himaye/
Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türk’ündür/Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!”
Bu zorunluluk ve anlayışla bir “milli burjuvazi” yaratılmaya çalışıldı.
Vedat Eldem’in yazdığına göre, 1915-1918 döneminde kurulan önemli sanayi şirketleri (şehir, yıl) şunlardır: Konya Mensucat ve Emtia Yurdu O.A.Ş. (Konya, 1915), Milli Mensucat A.Ş. (İstanbul, 1916), Ankara Mensucat A.Ş. (Ankara, 1916), Karamürsel Mensucat ve Ticaret A.Ş. (İstanbul, 1917), Teşebbüsatı Madeniye ve Sınaiye A.Ş. (İstanbul, 1917), Adapazarı Ahşap ve Malzeme İmalathanesi AŞ. (İstanbul, 1917), Yerli Çimentoları O.A.Ş. (İstanbul, 1917), Ayyıldız O.A.Ş. (İstanbul, 1917), Kağıtçılık ve Matbaacılık A.Ş. (İstanbul, 1917), Yerli Mensucat O.A.Ş. (İstanbul, 1917), Milli İnşaatı Bahriye O.A.Ş. (İstanbul, 1917), Altın Yıldız O.A.Ş. (İstanbul, 1918), İzmir İmarat ve İnşaatı Umumiye O.A.Ş. (İzmir, 1918).
1915-1917 döneminde kurulan önemli ticari şirketler (şehir, yıl) de şöyledir: Anadolu Milli Mahsulat Ş. (İstanbul, 1915), Konya Ticareti Umumiye T.A.Ş. (Konya, 1916), Kayseri Milli İktisat A.Ş. (Kayseri, 1916), Milli İthalat Kantariye A.Ş. (İstanbul, 1916), Mehmet ve Ahmed Abud Müessesatı Milli Ticaret Şirketi Osmaniye (İstanbul, 1916), Yeni Ticaret A.Ş. Osmaniyesi (İstanbul, 1916), Eskişehir Milli Ticaret ve Sanayi Ş. (Eskişehir, 1916), İzmir İhracat ve İthalat A.Ş. (İzmir, 1917), Konya Kantariye O.A.Ş. (Konya, 1917), Mustafa Şamlı Müessesatı Ticaret A.Ş. Osmaniyesi (İstanbul, 1917), Konya Emtıai Umumiye Saadet O.A.Ş. (Konya, 1917), Ticareti Berriye ve Bahriye A.Ş. (İstanbul, 1917). (Eldem,1994;128)
Diğer önemli kuruluşlar da şunlardır: Türkiye Milli Sigorta Şirketi (1917), Osmanlı Milli Umum Sigorta Şirketi (1918), Orman İşletme Şirketi (1917), Duhan Osmanlı Anonim Şirketi (1917), Islah ve Terakki Ziraat Şirketi Osmaniyesi (1918). (Vedat Eldem, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1994;129)
“Harpten önce yabancı şirketlerle azınlıkların elinde bulunan ticari faaliyetler, harbin ilanından sonra, ecnebilerin memleketi terke mecbur kalması ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin azınlıklar hakkındaki siyasetinin geniş ölçüde tatbik sahası bulması üzerine, bunlardan boşalan yerlere peyderpey Türkleri yerleştirmek mümkün olmuştur.” (Eldem,1994;72)
Gayrimüslim azınlıklar 1909 yılına kadar askerlikten muaftı ve böylece Müslüman unsurlara karşı birçok alanda üstünlük sağlayabiliyordu. 1909 yılında gayrimüslim Osmanlılara da askerlik yükümlülüğü getirildi. Bu uygulama sonrasında çok sayıda gayrimüslim Osmanlı ülkeyi terk etti. Ayrılanlar arasında sermayedarlar da vardı.
1912-1913 yıllarındaki Balkan Savaşları sırasında da çok sayıda Rum ülkeyi terk ederek Yunanistan’a gitti.
Ermeniler’in Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus ordusuyla işbirliği yapmaları üzerine gerçekleştirilen tehcir nedeniyle ülkedeki Ermeni nüfus azaldı, Osmanlı’nın Ermeni kökenli sermayedarlar büyük darbe yedi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında karaborsanın önlenmesi amacıyla alınan tedbirler, gayrimüslim ticaret sermayedarlarına önemli zararlar verdi. “Bu arada, ‘milli iktisat’ gereği gayrimüslim tüccar sıkı denetime tabi tutuldu. Bir kısmı spekülasyon ve istifçilikle suçlandırılarak para ve hapis cezasına çarptırıldı. Müslüman-Türk tüccar ise birikimini sürdürdü; gayrimüslimlerin tasfiyesi sonucu piyasada etkinliğini artırarak fiyatları kolaylıkla güdümleyebildi.” (Zafer Toprak, İttihat-Terakki ve Devletçilik, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1995;119-120)
Birinci Dünya Savaşı öncesinde, 1913-1914 yıllarında gayrimüslim sermayedarlara karşı bir boykot yapıldı. Bunun nedeni, gayrimüslim sermayedarların Yunanistan’a yardım etmiş olmalarıydı. Murat Koraltürk bu olayı şöyle anlatmaktadır: “İkinci Meşrutiyet döneminde yaşanan boykotlar içinde gayrimüslim unsurlara karşı tepkinin en açık ve yüksek sesle dile getirildiği 1913-1914 Müslüman Boykotu’ydu. Boykot süresince öne çıkartılan husus Görüceli bir Rum olan Averof’un satın aldığı, kendi adını taşıyan zırhlıyı Yunanistan’a hediye etmesi iddiasıydı. Yunanistan, sahip olduğu bu savaş gemisi ile Osmanlı donanmasının Marmara’dan dışarıya çıkmasını engelledi. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları hezimetinde hem somut hem de sembolik rol oynadı.” (Murat Koraltürk, Erken Cumhuriyet Döneminde Ekonominin Türkleştirilmesi, İletişim Yay., İstanbul, 2011;41)
İttihat ve Terakki’nin 1 Ekim 1914 tarihinden geçerli olmak üzere kapitülasyonları kaldırması, Osmanlı sermayedarlarının hem yabancı uyruklu olanlarını, hem de bu olanaktan yararlanmak için yabancı uyruğuna geçmiş olan gayrimüslim sermayedarları olumsuz etkiledi. Ayrıca, Osmanlı Devleti’nin Dünya Savaşı’na katılması da özellikle yabancı uyruklu sermayedarların faaliyetlerine büyük darbe indirdi; bir çoğu faaliyetlerini durdurdu.
1908-1919 döneminde uygulanan politikalarla Osmanlı sermayedar sınıfı açısından bazı sorunlar yaratıldı. Ancak eşraftan ve memurlardan bir “milli burjuvazi” yaratma çabaları pek başarılı olamadı. Kurulan şirketlerin büyük bölümü de 1918 yılında başlayan işgalle birlikte faaliyetine son verdi. Osmanlı sermayedar sınıfına vurulan en önemli darbe, yabancı uyruklu sermayedarların ve gayrimüslim sermayedarların bir bölümünün savaşlar nedeniyle ülkeyi terk etmesi oldu.
1919 YILINA KADAR İŞVERENLERİN KURDUKLARI DERNEKLER
1919 yılına kadar sermayedarların kurduğu dernekler aşağıda sunulmaktadır (İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Cemiyetler, Ankara, 2013, s.116-118, 138):
Dersaadet Müskirat Fabrikatörleri Cemiyeti (19.5.1910). Amaç: “Üretilen meşrubat ve yiyecek türlerinin kalitelerinin artırılması hususunda çıkan her türlü engelin giderilmesi.”
Türkiye ve Bulgaristan Ticaret Cemiyeti (17.4.1915). Amaç: “Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasındaki ticari işlemleri kolaylaştırmak, geliştirmek ve yeni ticaret alanları oluşturmak.”
İslam Tüccarı Cemiyeti (18.4.1914).
Müslüman Tüccar Cemiyeti (8.1914). Amaç: “Ticaretin geliştirilmesi ve tüccarlar arasındaki işbirliğini kuvvetlendirmek.”
Manifatura Ticaret Kulübü (14.9.1914). Amaç: “Uluslararası ticaret yapan tüccarlar arasında işbirliğini sağlamak, ticaret ve iktisadı teşvik etmek.”
Milli Fabrikacılar Cemiyeti (28.2.1917). Amaç: “Sanatın çeşitli dallarının gelişmesi ve kurumlaşması için vatandaşlar arasında ortak, çalışma ve ekonomik düşüncelerinde birlik, sağlayarak uygulanmasını sağlamaya çalışmak.”
Anadolu Kulübü (12.4.1919). Amaç: “Anadolu ticaretinin gelişmesi, üretimi ve üretilen mallar hakkında yabancı tüccarları bilgilendirmek, İstanbul’a gelen Anadolu tüccarlarını yabancı tüccarlarla tanıştırıp işbirliğinde bulunmalarını sağlamak, ticaretle ilgili bilgileri arttırmak.”
Kulüp İsrailiyet de Compress Cemiyeti (3.5.1919). Amaç: “Ticaretle ilgili konularda ilmi sohbet toplantıları düzenleyerek üyelerini bilgilendirmek ve hoşça vakit geçirmelerini sağlamak.”
Beynelmilel Muhalesat Kulübü (23.5.1919). Amaç: “Uluslararası ilmi, ticari ve ekonomik faaliyetlerde bulunmak.”
Kulüp de Compress (2.6.1919). Amaç: “İstanbul’un ticari hayatı hakkında yabancı ve yerel tüccarları bilgilendirmek.”
Asya Ticaret Kulübü (15.7.1919). Amaç: “Müslümanların ticarethanelerinin birbirleriyle irtibatını sağlayarak, küçük işletmelere maddi destek sağlamak.”
İslam Tüccar Kulübü (5.8.1919). Amaç: “Müslümanlara ait ticari kurumlar arasında işbirliği yapılmasını sağlamak, ticari kurumlarda çalışan memurların ekonomik durumlarının düzeltilmesine çalışmak.”
Osmanlı İktisat Kulübü (18.10.1919). Amaç: “Osmanlı Devleti ile yabancı ülkeler arasında ekonomik ve ticari işbirlikleri oluşması için çalışmak.”
Ziraat Cemiyeti (24.11.1919). Amaç: “Üyeleri arasında birlik, beraberlik ve dayanışmayı sağlayarak ziraatın gelişmesine çalışmak.”
Beyoğlu Beynelmilel Kulübü (8.12.1919). Amaç: “İlmi, iktisadi ve ticari alanlarda uluslararası ilişkiler kurulmasını sağlamak.”
Ticareti Teşvik ve Himaye Cemiyeti (23.7.1921). Amaç: “Osmanlı memleketinde yapılan ticareti teşvik ve korumak.”
Dersaadet Kundura Tacirleri Cemiyeti (25.9.1910). Amaç: “Üyeleri arasında birlik, beraberlik ve yardımlaşma duygusunu geliştirmek, memleket içerisinde yapılan üretimin sayısal ve kalite olarak arttırılmasına çalışmak, ithalatın mümkün mertebe engellenmesine çalışmak.”