Hafta başında Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Merkez Bankası’nın “son” kararından sonra döviz piyasasında yabancıların hareketinin bayağı yoğunlaştığını belirten bir söyleşi verdi. Babacan’ın ifadesiyle “27 Ocak’tan 13 Şubat akşamına kadarki dönemde Türkiye’ye 3 milyar 900 milyon dolarlık yabancıların döviz girişi oldu”. Sayın Babacan ayrıca söz konusu döviz girişlerinin borsa, hazine bonosu ve benzeri “çeşitli” finansal araçlara yöneldiğini ve “kurdaki sakinliği de bu döviz girişiyle alakalı olarak gördüğünü” vurguladı.
Babacan’ın sözlerine dikkat ediniz: Döviz girişlerinin nereden geldiği ya da nereye yönlendirilmiş olduğunun şu anda çok önemi yok; önemli olan “kurların sakinleşmesi”. Gerçekten de Türkiye’nin ekonomi modeli her ne pahasına olursa olsun döviz girişi sağlamaya yöneliktir. Bunun yolu da, geçen haftaki yazımızda özetle vurguladığımız üzere, “uluslararası sermayeye bir hoş geldin partisi düzenlemek”ten geçmektedir. Daha açık bir deyişle, Türkiye’nin gerek kısa dönemli istikrar arayışları, gerekse uzun dönemli kalkınma stratejisi artık uluslararası finans sermayesinin kaprislerine terk edilmiş durumdadır.
Bu tercihin bedeli ise sanayi sektörlerinde ve işgücü piyasalarında ödenmektedir.
***
İmalat sanayiinin milli gelir içindeki payı 1998’den bu yana düzenli gerilemektedir. 1998’de imalat sanayii katma değeri, ulusal gelirin yüzde 24’ünü oluşturmaktaydı. Söz konusu oran 2002 ve 2003’te yüzde 17.5’e, 2013’ün üçünce çeyreği itibarıyla da yüzde 15.5’e düşmüştür.
Bu göreceli gerilemeye koşut olarak, sanayi istihdamı da son derece cılız hareket etmektedir. 2008’den bu yana sanayi istihdamındaki artış sadece 354 bin kişidir. Bu rakam, söz konusu dönemde toplam istihdamda yaşanan 4 milyon 454 bin kişilik artışın sadece yüzde 8’idir. Öte yandan, hizmet sektörleri istihdam artışlarının yüzde 56’sını karşılamaktadır. Hizmetler içerisinde, toplam 1 milyon 454 bin kişilik istihdam ile kamu yönetimi, sağlık, savunma ve diğer hizmetlerden oluşan faaliyetler başı çekmektedir.
Üretim ve istihdamda yaşanmakta olan göreceli gerileme, sektörün üretkenlik kayıplarından da izlenmektedir. TÜİK verilerine göre sanayi sektöründeki işçi başına üretkenlik 2005’ten 2009’a yüzde 30’a varan bir artış göstermiş, daha sonrasında ise yerinde saymıştır.
***
Bütün bu gözlemler Türkiye’nin giderek sanayisini ikinci plana iten ve göreceli olarak önemsizleştiren bir ekonomi modeli izlemekte olduğunu belgelemektedir. Türkiye’de “sermaye” girdisinin ithalat maliyetlerinin ucuzluğu, sanayi üreticisini ithal edilmiş ara malı ve yatırım mallarını yerli üretime ve genelde işgücüne karşı ikame etmeye yönlendirmektedir. Döviz kurlarındaki ucuzluk ve istikrarsızlık bir yanda finans piyasalarında bir istikrarsızlık unsuru olarak değerlendirilirken, diğer yanda da sanayide düşük teknolojili ve sermaye yoğun bir faktör donanımını özendirmektedir. Türkiye’nin giderek daha fazla yabancı sermaye yoğun bir teknolojiye sürüklenmesi ve dolayısıyla istihdam dostu olmayan ve yabancı sermaye bağımlı bir sanayileşme süreci tuzağına itilmiş olması, doğrudan doğruya izlenen makro ekonomi politikaları demetinin bir sonucudur.
Türk sanayisinin göreceli olarak değer yitirmesi ve dışa bağımlılığının, sivil toplumsal örgütlenmenin de durağanlaşmasını beraberinde getirmekte olduğunu düşünmekteyim. İstihdam biçimleri formel sanayi üretiminden koptukça ve daha çok küçük ve taşeronlaştırılmış hizmetler sektörüne kaydıkça, modern sanayi toplumuna özgü sivil demokratik kitle örgütlenme biçimlerinin de yıprandığı ve parçalı bir yapıya büründüğü izlenmektedir. Siyaset bilimleri yazınında “demokrasi açığı” diye betimlenen bu sürecin, Türkiye benzeri geç sanayileşen ve sanayileşmesini olgunlaştıramadan hizmetler ara sektörlerine hızlı geçiş yaşamak zorunda kalan ekonomilerde bir yansıması olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu konuyu gelecek hafta daha geniş biçimde ele almak arzusundayım.