SENDİKAL YASALAR NEDEN DEĞİŞİYOR?
Emek ile sermaye arasındaki çıkar çatışması ve mücadelenin en önemli alanlardan birisi olduğu için sendika ve toplu pazarlık hakkı ile ilgili yasal düzenlemeler, piyasanın, dolayısıyla sermaye sınıfının çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde düzenlenir.
Emek ile sermaye arasındaki çıkar çatışması ve mücadelenin en önemli alanlardan birisi olduğu için sendika ve toplu pazarlık hakkı ile ilgili yasal düzenlemeler, piyasanın, dolayısıyla sermaye sınıfının çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde düzenlenir. Bugün işçi ve kamu emekçileri sendikalarıyla ilgili yasaların değiştirilmek istenmesinin ardında yatan temel gerekçe, sendika özgürlüğünü genişletmek değil, sendikal yasaları mevcut piyasa sisteminin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirmek olarak karşımıza çıkıyor.
12 Eylül 1980 öncesinde sendikaların sınıf hareketi içindeki etkinliğine ve gücüne doğrudan bir tepki olarak düzenlenen 2821 Sayılı Sendikalar Yasası ile 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası, sınırları 24 Ocak kararları ile çizilen dönemin ekonomi politikalarına uygun bir şekilde düzenlenmiş ve 1983 yılında yürürlüğe girmişti. 2821 ve 2822 sayılı yasalarla amaçlanan, sendikal faaliyetlerinin sadece çalışma yaşamı ile sınırlı, az sayıda, denetlenebilir ve her yönden zayıf bir sendikal yapı oluşturmaktı. Çünkü 24 Ocak kararlarının sorunsuz ve engelsiz uygulanabilmesi için sendikaların zayıf olması gerekiyordu. Bugünden geriye doğru baktığımızda bu hedefe ulaşmakta başarılı olduklarını söyleyebiliriz.
Türkiye’de sendikalar ve sendikal haklarla ilgili yasalar, genelde tepeden inmeci, baskıcı devlet zihniyetinin bir ürünü olarak, sendikaların iç işleyişlerine kadar müdahale eden bir içerikte oluşturuldu. Sendikal örgütlülüğü kolaylaştıran değil, zorlaştıran, sendikaları merkezi, bürokratik ve sendikal hareketi denetlemeyi ilke edinmiş kurumlar haline getirme mantığı bugün de devam ediyor.
AKP’nin 4688 sayılı Yasa’da yapmak istediği değişikliklerle kamu emekçileri sendikalarını, Toplu İş İlişkileri Yasası ile işçi sendikalarını ve bir bütün olarak sendikal hareketi yeniden biçimlendirmek istediği çok açık. Yapılmak istenen değişikliklerle, mümkün olduğunca iş birliğine açık, çatışmadan uzak ve uzlaşmacı sendikaların önü açılırken, istikrarsız da olsa, dönem dönem az çok mücadeleci tutumlar gösterebilen sendikalar etkisizleştirilmeye, saf dışı bırakılmaya çalışılıyor. Bu tehlikeli girişim karşısında çıkan sesler o kadar cılız ki, hükümetin sendikalar içindeki "ayrık otlarını" bertaraf etmesi hiç de zor olmayacak gibi.
Son dönemde iktidar ve yandaşları cephesinden her ne kadar "12 Eylül ile hesaplaşıyoruz" ifadeleri kullanılsa da, 12 Eylül zihniyetinin biçim değiştirerek AKP iktidarı ve uygulamaları ile sürdüğünü gösteriyor. En küçük hak arama eylemlerinde emekçilerin üzerine eğitimli polislerini salanlar, Türkiye’nin dört bir yanında Anayasal haklarını kullanarak örgütlenen, işten atılan ve direnişe geçen işçilerin taleplerini görmezden gelenlerin, kimlerin izinde ve nasıl bir rejimin bekçisi olduğu malum.
Sendikaların özgürlük alanı daraldıkça, sermayenin karşısındaki gücü ve etkisinin de zayıflaması kaçınılmaz. Bu anlamda sendikaların örgütlenme özgürlüğü, yapısı ve işleyişine ilişkin yasal düzenlemeler en az işçi sınıfı kadar, sermaye sınıfını ve onun iktidardaki sözcüsü hükümeti de yakından ilgilendirir. İşte bu nedenle, kapitalist sistemde, sermaye iktidarları sendika yasalarını yaparken, sendikal mücadeleyi güçlendirecek değil, onu zayıflatacak, gerçek gücünü kullanmasını engelleyecek ve denetimi altına sokacak düzenlemeler yapmaya çalışır. Bu nedenle Çalışma Bakanlığının sendikaların gerçek üye sayılarını açıklama tehdidi ile sendikaların büyük bölümünün yetkisiz kalacak olması ile ilgili tartışmalar, 12 Eylülcülerin ve bugün onların izinden gidenlerin gerçek niyetlerinin uzağında tartışılmamalıdır.
İşçi sınıfının başta kıdem tazminatı olmak üzere, mevcut kazanılmış haklarını da tasfiyeye yönelik olarak yapılan bütün hazırlıklar, geçtiğimiz yıllarda yarım kalan ve hayata geçirilemeyen saldırıların devamı olmaları nedeniyle, işçi hareketi ve sendikaların geleceği için önemli tehditler içeriyor. Bu tehditleri doğru ve kitlesel bir şekilde püskürtecek bir mücadele hattına yönelmeden, bununla ilgili bütünlüklü bir mücadele planı bile oluşturmamışken tartışmayı "Şu kadar sendika kapanacak" söylemine indirgemek ne kadar doğru?