ZORUNLU BİR CEVAP
Sendikacılık ve işçi haklan ile ilgili ilk yazım 5 Nisan 1965 tarihinde Milliyet gazetesinde yayınlandı. O zamandan bu yana ülkenin belli başlı gazete ve dergilerinde emeği ve örgütlerini savunan yazılar yazdım.
Sendikacılık ve işçi haklan ile ilgili ilk yazım 5 Nisan 1965 tarihinde Milliyet gazetesinde yayınlandı. O zamandan bu yana ülkenin belli başlı gazete ve dergilerinde emeği ve örgütlerini savunan yazılar yazdım.
O günlerden bu yana sürekli işçi hareketinin içinde oldum. Bu süreçte sırasıyla Bahir Ersoy, Abdullah Baştürk, Mukbil Zırtıloğlu ve Mustafa Türkel’in Genel Başkan olduğu sendikalarda çalıştım. Bu başkanların hepsi ayaklan yere basan, omurgalı ve onurlu sendika başkanlan idi. Bu başkanların sendikalannda çalıştığım ve sonralan milletvekilliği yaptığım yıllarda sadece ve sadece çalışanların haklannı ancak özgür, bağımsız sendikalann koruyabileceğini ve böyle davranan sendikaları ve sendikacılığı savundum. ILO’nun 87 sayılı sözleşmesi üçüncü maddesinde işçi sendikalarının devlet ve işveren karşısında bağımsız olması gerektiğini bir norm olarak ortaya koymuştur.
Daha sonra bu ilkeye dini kuruluşlar karşında da bağımsız olmayı ve onların etkisinde olmamayı eklemiştir. Bu ilkeleri yaşama geçirmek için mücadele vermek çalışanların onurunu savunmaktır. Demokrasinin temel ayaklarından biri olan bağımsız sendikacılığı savunmaktır. Ben de yıllardır bu ilkelerin yurdumuzda egemen olması için kamu oyunu, çalışanlan ve sendika yöneticilerini uyarma mücadelesi verdim, veriyorum ve vermeye devam edeceğim. Aydınlık Gazetesinde 17 Mart günü yayınlanan yazımda da aynı ilkeleri gündeme getirerek bu ilkelerden sapan sendika ve konfederasyonlan, özellikle bu uluslararası normlara zerre kadar saygı göstermeyen Hak-İş Konfederasyonu ve üye sendikalannı eleştirdim.
Bu yazım üzerine bu Konfederasyona bağlı bir sendikanın Genel Başkanlığını yapan bir avukat meslek- daşımdan bir yergi maili aldım. Beni üç kuruş için Hak-İş’i sürekli karalayarak büyük haksızlık yapmakla, çalıştığım Tekgıda İş sendikasının geçmişini gözardı etmekle, Türk-İş’in geçmişte cuntalarla işbirliği yapmasını, cunta hükümetine Bakan vermesi konusunda susmakla suçluyor, "işçileri işverene ve hükümetlere satmada hiç kimsenin Türk-İş ve üyesi sendikaların eline su dökemeyeceğini" belirtiyor ve Hakİş Konfederasyonu ve üyelerinin sütten çıkmış ak kaşık olduğunu ima etmeye çalışıyor. Deveye, "boynun eğri demişler", "nerem doğru ki" diye yanıt vermiş. Baştan aşağı yanlış olan bu suçlamalara zorunlu olarak kısa bir yanıt vermek durumundayım.
Ben hiçbir zaman sömürüye karşı durmayı, işçi haklarını korumayı çıkar kaygısı ile yapmadım. Müktesebatım ile orantılı ücret almayı hiçbir sendikadan istemedim ve almadım da. Öyle olsaydı bugün seksen yaşındaki eşimle birlikte asansörü olmayan dört katlı bir evin onca merdivenini çıkmak zorunda kalmazdım. Tekgıda-Iş Sendikası’nın bana biçtiği parasal değeri duysanız şaşarsınız. İşçi haklarını, özgür sendikacılığı savunmak para için değil, inanç için yapılacak kutsal bir mücadeledir. Bu ateşi hep içimde hissettim ve hissetmeye de devam edeceğim.
Özgür sendikacılık ilkesinden saptıklan zaman Türk-İş’i ve DİSK’i de zamanında çok eleştirdim. Tekgıda-İş Sendikası yöneticileri geçmişte yanlış yapmışlarsa, bu yanlışlan mahkeme önüne getirip onlardan hesap soran bugünkü yöneticilerini, işçinin parasına sahip çıktıklan, geçmişin yanlışlarından dik duran bir sendika yarattıktan için alkışlamak gerek ama bugün yaptıkları yanlış uygulamaları da, örneğin eğitim konusunda, yüzlerine karşı söylemek gerektiğine de inanıyorum ve öyle yapıyorum Hak-Iş konusu Türk sendikacılığının bir kara sayfasıdır.
Geçenlerde uluslararası bir işçi Federasyonundan gelen bir raporda Hak-İş’e bağlı sendikalann hükümetle, işverenlerle yakın ilişkisi konusunda belgelenen olayların üzüntü ile okudum. Çaykur’da Öz Gıda İş’in nasıl hükümetin ve işverenin baskısı ile yetki almaya çalıştığını, Bakanlığın yüz karası yetki kararının nasıl yargıda bozulduğunu hatırlamak yeterlidir sanırım. Hükümet ve işverenlerin baskısı ile ayakta kalmaya çalışmak utanç verici bir sendikacılık anlayışıdır. Üç kuruşluk çıkar ve işçiyi satarak bir koltukta oturmak bir sendikacı için asla öğünülecek bir durum değildir.
İşçi sınıfının tarihi böylesi düşmanlannı asla hayırla yad etmeyecektir. O tarih, zulmün önünde eğilmeyen Bahir Ersoy, Abdullah Baştürk, Mukbil Zırtıloğu, Mustafa Türkel ve onlar gibi mücadele vermiş başka yiğit sendikacılan ak kağıt üzerine altın harflerle yazacaktır ve o sayfalarda Hak-İş Konfederasyonu ve üyelerinden hiç kimsenin adı olmayacaktır.