GÜNDEM İSYAN
Uluslararası basında en çok konuşulan konulardan biri de küresel düzeyde artan toplumsal huzursuzluklar. Olaylar her yerde birden patladığına göre, “uzaylılar düğmeye basmış olmalı” diye düşündüm.
Uluslararası basında en çok konuşulan konulardan biri de küresel düzeyde artan toplumsal huzursuzluklar. Olaylar her yerde birden patladığına göre, “uzaylılar düğmeye basmış olmalı” diye düşündüm.
Mükemmel işleyen liberal demokratik kapitalizmin, mutlu müreffeh düzenini sabote etmeye çalışıyorlar. Ardından da “Mars Attack!”.
Şaka bir yana, AKP kurmaylarına, yandaş basının kanaat önderlerine hiç acımıyor değilim. Kavram çantaları, olup biteni anlamalarına yardımcı olacak cinsten değil. “Twitter’e Osmanlı tokadı” filan…
On yıldır, türlü fantezi (bu ülkede dindarlara zulüm ediliyor, darbe yapacaklar, demokratikleşiyoruz, şu açılım, bu açılım) yamalarıyla sarmaladıkları simgesel dünyalarında destek aldıkları, yaptıklarını onaylayan ses birden kesildi, dayandıkları “anlamlar zinciri” koptu… Şimdi, (á la Lacan) “Büyük Öteki”nin onaylayan sesi susunca, belirsizlik, güvensizlik, tutarsız, hatta anlamsız ünlemeler, korku, şizofrenik-paranoya: “Herkes bize karşı! Adamın arkasındaki adam kim? Yıllar önce planlandı? Düğmeye bastılar..”
Bu sırada başımızı kaldırıp baktığımızda, maddenin beklentilerimize uygun biçimde devindiğini görüyoruz. Tarih bildik sesler çıkarıyor; dilini, yönünü, hareketini anlıyoruz. Bu yüzden polis copuna, gaza, tazyikli suya, öfkeli yüzlere karşı kahkaha, alay yükseliyor. “Baş eğmeyenler” mutlu, zihinleri açık. Yaralarını sararken bile…
‘Dünyada işler yolunda değil’
Yale Üniversitesi’nden tarih profesörü Paul Kennedy, geçenlerde, güzel bir yaz günü evinin bahçesini seyrederken şair Robert Browning’in “Tanrı cennette. Dünyada işler yolunda” sözlerini anımsamış, “Sorun şu ki dünyada işler yolunda değil. Gezegenin bir kısmı olabildiğince huzursuz, öbür kısmı adeta bir felaketin eşiğinde”diye düşünmüş (New York Times, 26/06/2013).
Gerçekten de, ABD, Rusya, Çin arasında artan gerginlikler, “Amerikan iktidarsızlığı”, “NSA casusluğu” tartışmaları, ekonomik-mali krizin yükselen piyasalardaki etkileri bir yana, Brezilya, Türkiye, Mısır, Bulgaristan halkları ayakta; Avrupa’da yabancı düşmanlığı artıyor; Pakistan’ın nereye gittiği meçhul; Suriye iç savaşı nerelere sıçrayacak, belirsiz… Bu “bölgesel” sorunların yanı sıra Kennedy’nin işaret ettiği uzun dönemli bir sorun da var. Ekonomik kriz içinde dünya nüfusu artmaya devam ediyor. Ekonomik büyüme (olduğu kadarıyla) eşitsiz dağılıyor; yoksulluk, göz kamaştırıcı zenginlikle yan yana.
Gençler işsiz, gelecek beklentileri yok. Geçen yıllarda, filozof Badiou, “Bu düzen gençlerine yaşamlarını yönlendirecekleri bir ilke sunamıyor” diyordu. Üstelik, gençler, devletin, ellerindeki özgürlük kırıntılarını, özel hayata ilişkin ufak mahremiyet, haz alanlarını hedef aldığını görüyorlar. O zaman tarihin en eski ilkesel sorunları,“adalet”, özgürlük” öne çıkıyor. Yaşamlarını bu ilkelere göre yönlendirmeye kalkanlar, hemen karşılarında önce polisi, sonra kapitalizmi buluyorlar… Böylece huzursuzluk artıyor, yayılıyor.
Bugün 7.5 milyarız, 2050’de 9 milyar olacağız. Bu nüfus hızla kentlerde birikiyor. John Rossant’ın (New Cities Foundation başkanı) vurguladığı gibi, “tarihte ilk kez gerçekten kentli bir uygarlıkta yaşıyoruz”. İsyanlar, Sao Paulo, Rio de Jenario’dan Kahire’ye; İstanbul, Ankara’dan New York’a, Stockholm’e; Madrid’den Atina’ya kentlerde patlak veriyor; “kentler hem bu dramların sahnesi, hem de aktörü” oluyor (Financial Times, 24/06). Toplumsal desteğinin büyük kesimi kırsal, taşra nüfusu olan iktidarların bu durumu anlaması çok zor.
Kent, hem kamusal alan, hem hizmet sorunu demektir; kentlerin, eğitimli, iş sahibi ya da işsiz çalışanları, her ikisini de talep ediyorlar. Kamusal alanları sermayeye peşkeş çeken hükümetlere kızıyor; gökdelenlerin, duvarların arkasına kapatılmış rezidansların hemen yanındaki, küçük, kalabalık evlerin havasız odalarını, altyapı yoksunu yoksul mahalleleri, sabah işe giderken toplu taşımacılıkta çektikleri eziyeti gördükçe adalet duyguları zedeleniyor, öfkeleri artıyor.
Bu ruh hali kentli nüfus içinde o kadar yaygın ki, The Economist’in de işaret ettiği gibi ufak bir yerel protesto olayı anında, birçok insanın ve talebin bir araya geldiği büyük bir harekete dönüşerek her şeyi hedef alıyor (29/06).
Bu eylemlerin patlak verdiği her yerde “V” maskesi, düzene başkaldıran bireyin simgesi, kendini gösteriyor. Protestoların ritmi yeni teknolojiyle hızlanıyor. Geleneksel sol partiler, sendikalar bu ritmin gerisinde kalıyorlar. Yalnızca teknolojiden dolayı değil, karşılarındaki sınıfın içinde örgütlü olmadıkları, bu sınıfı anlamadıkları için.
‘Demokrasi zorlaşıyor’
Ana akım medya olanları anlamakta büyük zorluk çekiyor, ya da biliyor ama gizlemeye çalışıyor. Her yerde ısrarla bir “orta sınıf isyanı” lafıdır gidiyor. Tüm yazanlar, horozu ayrıntılarıyla tanımlıyorlar ama inatla, hayır aslında bu bir koyundur demeye çalışıyorlar. Örneğin, Financial Times’ta Philip Stephens’in “Yeni huzursuzluk çağında, refah protestoyu körüklüyor” başlıklı yorumuna bakınca, serbest piyasanın yeni iş alanları yarattığından, “orta sınıfı” genişlettiğinden söz ediyor; kentleşmenin, yeni teknolojilerin, çoğu işsiz gençliğin eline güçlü bir iletişim aracı verdiğini işaret ediyor; bunların sorunlarının başında, kentlerde oluşan aşırı nüfus yoğunluğu, işsizlik, muazzam gelir uçurumu, kötü kamusal hizmetler geldiğini vurguluyor (27/06). Bunlar size, mülk sahibi, evi, işletmesi olan “orta sınıf” sakinlerinin sorunları gibi geliyor mu?
Aslında “ağza alınamayan şey” şu: EĞİTİMli, teknolojiye uyumlu yeni işçi sınıfı, kendi yaşam koşullarına uygun hakları, seslerini dinleyen bir siyasi düzen talep ediyor, bu taleplerle çekim merkezi ve de devletin hedefi oluyor. Dün de sanayi proletaryasının talepleri siyasete katılma hakkı, sağlık, eğitim, konut, örgütlenme hakkı, ilerledikçe tatile çıkma, haysiyetli emeklilik hakkı değil miydi?
Tarihin gösterdiği gibi işçi sınıfının geliri arttıkça, daha iyi eğitimli, daha kültürlü kesimleri, daha çok adalet istiyor. Siyasi seçkinlerin küstahlıkları, devlet görevlilerinin yolsuzlukları, toplumsal adaletsizlikler daha çok gözlerine batıyor, tepki gösteriyorlar.
Stephens, hükümetlerin, bu yeni işçi sınıfının (pardon orta sınıf diyecektim) taleplerini yerine getirmekte, demokrasiyle yönetmekte giderek zorlanacaklarını, ancak “Mr. Erdoğan’ın çoktan öğrenmiş olması gerektiği gibi, şiddeti bastırmaya çalışmanın da işe yaramayacağını” vurguluyor. Hemen tüm yorumcular, ne olduğunu pek bilemeseler, ağızlarına almak istemeseler de yeni bir şeyin küresel çapta başladığın artık kabul ediyorlar.