BİR GREV, BİR PATRON, BİR ÜNİVERSİTE
Türkiye´de çalışma hayatı 12 Eylül askeri rejiminin ürünü olan bir algı dünyasının içinde ciddi bir örgütsüzlüğün ve bu örgütsüzlüğün beslediği korku ikliminin etkisi altında.
Türkiye’de çalışma hayatı 12 Eylül askeri rejiminin ürünü olan bir algı dünyasının içinde ciddi bir örgütsüzlüğün ve bu örgütsüzlüğün beslediği korku ikliminin etkisi altında. İnsanlar gelirsiz kalmak anlamına gelen işsizlik gerçeği ile yüzleşmemek adına işyerlerinde yaşadıkları hukuksuzluklara, sorunlara, baskıya boyun eğmek zorunda hissediyorlar kendilerini.
İşsizlik gerçekten ciddi bir tehdit. Şaka değil, patronun dudakları arasından çıkacak bir çift söz, kişinin o güne kadar getirdiği deneyimleri, birikimi, o kuruma yaptığı katkıyı bir anda yok sayıyor. Emek piyasalarının dışında bırakılmış milyonların arasında, yeni bir iş arayışının parçası haline gelmek büyük bir kâbus. İşsizliği daha önce yaşamış olan kişiler için ise bu bir karabasan. Karabasanın şiddeti işsizliğin süresi ile artıyor. Bu kâbusun bir parçası haline gelmektense boyun eğmek tercih ediliyor. İşten eve giderken hem fiziksel hem de psikolojik olarak yaşadığınız çöküntü, sokaklarda ne yapacağını bilmeden parasız pulsuz dolaşmaktan daha iyi. Hal böyle olunca insan susuyor. Onurunun rencide edilmesine, başkalarının omuzlarına basıp yükselmeye, başkalarının kendi omzunun üzerinden yükselmesine sessiz kalıyor. Kendisine sürekli iş yüklenen, aldığı her işi de sessizce kabullenen bir hayatın içinde sesini yükseltip, hakkını arayanlar da pek sevilmiyor.
İnsanın olmak isteyip de olamadığı kişi ile yüzleşmesi o kişiye karşı içten içe biriken bir öfkeye de yol açabiliyor. Birde kurtarıcı bekleyenler var. "Neden kimse olanlara bir şey demiyor" deyip, susmaya devam edenler. Bu kişiler de sözünü sakınmayan biri ile karşılaştıklarında çoğunlukla başlarını öne eğiyorlar.
GÜNDÜZ İŞTE GECE DİRENİŞTE
Böyle bir süreçte Haziran Ayaklanması ile birlikte esen direniş rüzgârının işyerlerinden içeriye girebildiğini söylemek güç. Direnişin ilk günlerinde işyerlerinde rekabet kültürünün içinde boğulmuş, çoğunluğu büro işçisi olan önemli sayıda insan aniden sendikaların varlığını keşfederek "sendikalar nerede?", "Genel Grev kararı neden almıyorlar?" sorularını yüksek sesle sormaya başladılar. Oysa direnişin en sevilen sloganlarından biri "gündüz işte gece direnişte" idi. Yani direniş ile çalışma hayatı ayrıştırılıyordu. Barikatlarda kahramanlık yaratanlar, söz konusu olan işleri olunca yine öne çıkacak kahramanları aradı. Sonuç pek de iç açıcı değildi. 5 Haziran tarihinde DİSK ve KESK öncülüğünde gerçekleşen grev, direnişin kapsamı ve büyüklüğü düşünüldüğünde (diğer emsallerine göre kalabalık olsa da) son derece cılız kaldı. Taksim Meydanı’na yapılan müdahale sonrasındaki ise tam bir fiyaskoydu. Sokağa çıkan bir avuç insanla, onları çalıştıkları ofislerde, bilgisayar başında, sosyal medyada kınayan, "neden az olduklarını" sorgulayan milyonlar. Halbuki Türkiye’de gerçek anlamda örgütlü olan işçilerin toplamdaki payı yüzde üçü beşi geçmiyor. Bunlar içerisinde sesini yükseltmeye çalışanların payı ise toplasan yüzde 1. Onlar da işyerlerinde onurlarına, haklarına sahip çıkmak için birlikte olup mücadele etmek gerektiğini anlayan, bunun için de bedeller ödemiş olan bir kesim.
Dün gazetelere yansıdığı kadarı ile 5 Haziran 2013 tarihinde KESK’in çağrısı ile greve katılan 2 asistanın işlerine son verilmiş. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi patronu (bu tabiri özellikle kullanıyorum) Yusuf Devran, sendikal haklarını kullanan 8 asistana da 2 yıl kıdem durdurma cezası verdirmişti.
Bu ceza Ethem Sarısütük’ü katleden polise verilen ceza ile aynı. Üniversiteler, fikirlerin özgürce tartışıldığı, yorumlandığı alanlar olmak durumunda. Çünkü bilimde her yeni fikir başka fikirlerin eleştirisi ve birikimi üzerine şekillenir. Eleştiri ve sorgulama yoksa bilim yoktur. O yüzden "bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar". İtaatin olduğu yerde sadece tekrar ve duraklama vardır. Üniversitelerin iktidara yakın olduğu için basamakları üçer beşer çıkan "patronlara" değil, gerçek bilim insanlarına ve sorumlu idarecilere ihtiyacı var. Son söz de Gezi sürecinde klavye başında grev çağrısı yapanlara. Grevde yalnız bıraktınız, şimdi yalnız bıraktıklarınızı sahiplenme zamanı. Dr. Figen Algül, Araştırma Görevlisi Can özbaşaran ve 8 arkadaşı ile dayanışmaya.