İki gün önce Türklerin Türkiyesinin gazetesi sürmanşetten haykırıyordu: “İtibar İstifası.”
TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz, fevkalade hamasi bir konuşmayla istifasını basına duyurmuştu. Başkanlıktan istifa ediyordu, çünkü devraldığı kutsal mirası (TÜSİAD’ın itibarını) kendi üzerinden lekelemeye çalışıyorlardı. Kendisiyse ancak bir sıra neferiydi.
Muharrem Yılmaz, bok kokan serüvenini usta bir hamleyle kahramanlık mertebesine tercüme etmeye kararlıydı besbelli.
Cumhuriyet bekçilerinin yegane çözümü istifa kurumunun kapılarında beklediği şu zor zamanlar onu kârlı da çıkarabilirdi. Bu halkın istifanın erdemini hatırlamaya ve hatırlatmaya en çok ihtiyaç duyduğu günlerden geçiyorduk nasılsa. Yarım asırlık ömrümde farklı bir dönem hatırlamadığımı naçizane belirtip ben de geçeyim.
Şimdi, hikayenin öbür yüzüne bir
bakalım.
Kahraman patronun Sütaş’ından bir süredir ekşi kokular yükselmekteydi. Bursa Karacabey ve Aksaray fabrikalarında 2012 yılından beri örgütlenmeye çalışan Tekgıda-İş Sendikası şiddetli baskılarla karşılaşıyordu. E-devlet sistemine geçilmesiyle sendikaya katılmak kolaylaşmıştı ve bu da doğal olarak patronların kabusuydu. Sendika sözcüsünün anlatısına göre, İnsan Kaynakları Bölümü, işçileri e-devlet şifreleriyle odasına çağırıp sendikadan istifaya zorluyordu. Fabrika önünde tezekle terbiye edilen işçiler de şifrelerini vermeyi reddedenlerdi.
Son 3-4 ay içinde Aksaray fabrikasından 12, Karacabey’den 14 sendika üyesi, işten çıkarıldı.
Grevci işçilerin eylem alanına sıvılaştırılmış hayvan atığı dökülmesiyle rezalet ayyuka çıktı.
Muharrem bey, özgüven nümayişi kıkırdamalarıyla bütün olanları fazla düşünülmemiş yalan dolan ilan ederken kendisine tezgahlanan bir komployu işaret ediyordu.
TÜSİAD’ın hükümet tarafından ikide bir azarlandığı hepimizin malumu. Nitekim Sütaş’ta olup bitenleri, hükümetin yayın organları büyütüp gündeme sunmuştu. Gazetelerden birinin patronunun da süt ürünleri iş kolunda para oynattığını işittik. Amaç besbelli Muharrem Yılmaz’ın ipini çekmekti. Ama Yılmaz’ın da açıkta ipi vardı doğrusu.
Hemen CHP kafası işe müdahil oldu. (Aydınları Aysever ve Çalışkan olan bir hareketten bahsediyoruz). Kahramanı yedirmeyeceklerdi. Böylesine onurlu bir iş adamının AKP tarafından hırpalanmasına göz yumulamazdı. Değil mi ki zatialileri 1 Mayıs’ta işçilere karşı hükümetin orantısız güç kullanmasını eleştirmişti. HSYK düzenlemesini ‘gayet yumuşak bir dille’ de olsa eleştirmişti. Başbakan’dan şahsına azar kazanmıştı. Daha ne rütbesi olsun?
Yukarıda özetlediğim itişme, toplumumuzun bağrında etik bir problem olarak açılıverdi.
Evet, hükümet TÜSİAD’a bir gözdağı vermek istiyordu. Yayın organlarının yardımıyla bunu başardı da. 40 gündür orada, tezekle sulanan alanda direnen işçilerin bunu başaracağı yoktu nasılsa.
İşçilerin sözüne kulak vermeyen, onların derdine sahip çıkmayan geniş bir demokrat kesim hikayenin burasında otlaya kaldı.
Onlara kalırsa bütün mesele hükümetle Yılmaz arasındaki ahlak dışı kapışmaydı. Olayın iki tarafı vardı:
Baskıcı hükümet ve demokrat TÜSİAD.
Sendikalaşmanın imkansız kılınması, sendikalı işçilerin ‘performans yetersizliği’ gerekçesiyle kapı dışarı atılıvermeleri, onunla da kalmayıp yuvalandıkları alana tezek dökülmesi sadece teferruat idi.
Sonunda hükümet ile TÜSİAD elele verip büyük bir başarıya imza attılar. İşçilerin taraf olarak görülmediği bir çatışmayı toplumun gündemine getirdiler.
Devlet ile sermaye, rezil bir onur müsameresi, değişen bir koltuk ama sarsılmayan erk bölüşümüyle bu badireyi de birlikte atlatıverdi. Daha geçenlerde Koç ile Başbakan’ın mutlu beraberliğine çok şaşırıp fena içerleyen ‘demokratlar’, olan biteni böyle okumuyorlar elbet. Biz bu etik problem karşısında kimin yanında olduğumuzu biliyoruz, değil mi? Hakemlikte gönlümüz yok, değil mi? Umudumuzu patronların onuruna bağlamadık, değil mi?