24 OCAK 1980’İN YILDÖNÜMÜNDE 24 OCAK’IN KAYIPLARI
24 Ocak 1980 günü açıklanan istikrar programı, çeşitli düzenlemelerin yanı sıra, Türkiye’de özellikle 1929 yılından beri uygulanmakta olan ithal ikameci sanayileşme politikasından ihracata dönük sanayileşme politikasına geçişi de getirdi.
TEKGIDA-İŞ SENDİKA AKADEMİSİ
Bu model değişikliği tam olarak ancak 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında uygulanabildi. 24 Ocak ve özellikle 12 Eylül sonrasında işçiler aleyhine yapılan düzenlemelerin bir bölümü, aradan geçen 43 yıla rağmen, günümüzde de varlığını sürdürmektedir.
İşçiler arasında yaygın bir anlayış, “verilen hak geri alınmaz”dır. 24 Ocak ve 12 Eylül sonrasında geri alınan hakların hatırlanması, günümüzde giderek derinleşmekte olan ekonomik kriz koşullarında hangi hakların daha tehdit altında olduğunun anlaşılması açısından önemlidir. Kazanılmış haklar, onların korunması konusunda da bilinçli ve kararlı olunmaması durumunda, elden kaçırılabilir.
Tekgıda-İş Sendika Akademisi’nin “24 Ocak 1980’in Yıldönümünde 24 Ocak’ın Kayıpları” çalışmasında 1980-1983 dönemindeki kayıplar hatırlatılmaktadır.
24 OCAK 1980 ÖNCESİNDEKİ EKONOMİK GELİŞMELER
Kapitalizmin 1946-1973 döneminde yaşanan Altın Çağı’nın sona ermesinin ardından Türkiye ekonomisinde 1978-1983 yıllarında, ülkemizin döviz harcamalarının döviz kazancından çok fazla olmasına bağlı olarak, önemli bir kriz yaşandı. Türkiye 1977 yılında yeniden dış borçlarını ödeyemez duruma düştü. Piyasadan birçok mal çekildi. Birçok işletme, girdi ve enerji teminindeki sıkıntılar nedeniyle, çalışmayı durdurdu.
Sabit fiyatlarla GSMH 1978 yılında yüzde 1,2 oranında büyüdü; ancak 1979 yılında yüzde 0,5 ve 1980 yılında yüzde 2,8 oranında küçüldü. 1981, 1982 ve 1983 yıllarındaki büyüme hızı da, sırasıyla, yüzde 4,8 ve yüzde 3,1 ve yüzde 4,2 düzeyinde gerçekleşti. Sabit fiyatlarla kişi başına GSMH ise 1978 yılında yüzde 0,8, 1979 yılında yüzde 2,5 ve 1980 yılında yüzde 4,8 oranlarında küçüldü. Daha sonraki üç yılda küçük artışlar oldu. 1981 yılında yüzde 2,3, 1982 yılında yüzde 0,6 ve 1983 yılında da yüzde 1,7 oranlarında büyüme sağlandı.
Türkiye’nin petrol gereksinimi 1960’lı ve 1970’li yıllarda arttı. Döviz harcamalarının giderek artan bir bölümünü petrol alımı oluşturmaya başladı. 1972 yılında bir varil petrolün fiyatı 2,48 Dolardı. 1973 yılında 3,29 Dolara, 1974 yılında 11,58 Dolara yükseldi. 1978 yılında 14,02 Dolar olan fiyat 1979 yılında 31,61 Dolara ve 1980 yılında 36,83 Dolara çıktı. Ayrıca diğer ürünlerin ithalatında da artış yaşandı.
Bu gelişmeler Türkiye’nin toplam ithalatını ve döviz harcamalarını hızla artırdı. 1972 yılında 1,6 milyar Dolar olan ithalat, 1973 yılında 2,1 milyar Dolara, 1974 yılında 3,8 milyar Dolara, 1975 yılında 4,7 milyar Dolara, 1977 yılında da 5,8 milyar Dolara yükseldi. İhracatın ithalatı karşılama oranı 1977 yılında yüzde 30 ve 1980 yılında yüzde 37 oldu.
Türkiye’nin 1974 yılında Kıbrıs’a haklı ve meşru müdahalesinin ardından ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı ambargo ve yurtdışındaki işçilerin gönderdikleri paralardaki azalma da döviz sorununu büyüttü.
Döviz darboğazı, 1977 yılından itibaren temel tüketim mallarının piyasadan çekilmesine yol açtı. 1978-79 döneminde fuel-oil, kömür, gazyağı, kahve, margarin, sıvı yağ, ilaç, ampul, deterjan, röntgen filmi, sigara, gazete kâğıdı, oto yedek parçası sıkıntısı yaşandı, sık sık elektrik kesintisi uygulandı.
Ekonomik krizin halkın siyasi tercihlerine yansıması, 1977 ve 1979 yıllarındaki kısmi Senato seçimlerinde görülmektedir.
1978-1979 yıllarında iktidarda CHP vardı. 5.1.1978-12.11.1979 döneminde Bülent Ecevit başbakandı.
5 Haziran 1977 tarihinde Senato’nun 50 üyesi için yapılan seçimlerde CHP oyların yüzde 42,4’ünü, AP ise yüzde 38,3’ünü aldı.
14 Ekim 1979 tarihinde Senato’nun 50 üyesi için yapılan seçimlerde CHP’nin oyları yüzde 29,1’e düştü, AP’nin oyları yüzde 46,8’e yükseldi.
Ekonomik kriz, CHP’nin büyük oy kaybına yol açtı.
Türkiye, 1929 yılından beri ithal ikameci sanayileşme politikasını uyguluyordu.
İthal ikameci sanayileşme politikasında, ithal edilen malların Türkiye’de üretimi temel amaçtı. Ancak ithal edilen malların Türkiye’de üretimi bir anda yapılamadığından, kademeli bir süreç izleniyordu. Bir malın nihai biçiminin ithali yerine, bazı parçalarının ithali ve geri kalan üretim sürecinin Türkiye’de tamamlanması yoluna gidiliyordu. Örneğin, geçmişte buzdolabı ithal edilirken, buzdolabı ithalinde alınan vergi yükseltiliyor, buzdolabının bazı parçalarının ithali kolaylaştırılıyor ve üretimin Türkiye’de tamamlanması teşvik ediliyordu.
Bu politikanın başarılı bir biçimde sürdürülebilmesinin önkoşulu, gerek yatırım malları ithalatı, gerek de bir bölümü Türkiye’de üretilecek olan malın ithal parça girdileri için döviz gereksiniminin karşılanmasıydı.
Türkiye 1950’li yıllarda bir döviz darboğazı yaşamıştı. 1960’lı yıllarda ise yurtdışına giden ve yabancı ülkelerde belirli bir süre kalıp geri dönme niyetinde olan işçilerin biriktirdikleri parayı Türkiye’deki ailelerine göndermeleri sayesinde, döviz gereksiniminin önemli bir bölümünü karşılayabilmişti.
Ancak 1970’li yıllarda döviz gereksiniminin karşılanmasında çeşitli sorunlar çıkmaya başladı. Avrupa ülkelerine çalışmaya giden işçilerin bir bölümü Türkiye’deki ailelerini kendi bulundukları ülkeye götürdü. Bu işçilerin bir bölümü, büyük özveriyle tasarruf ettikleri parayla Türkiye’de ev yaptırmış, tarla almış, şirket kurmuştu. Kurulan şirketlerin çok büyük bölümü iflas etti. Alınan evlerde kiracı olarak oturanlar, “para süpürüyor” dedikleri “Almancı”lara kira ödemedi. Aldıkları tarlaları işleyen, yabancı ülkede çalışanın payını vermedi. Türkiye’ye gayrimenkul alınması için gönderilen paranın bir bölümü de aile yakınlarınca çarçur edildi. Bu koşullarda, Avrupa ülkelerindeki işçilerin giderek artan bölümü, tasarruflarını, bulundukları ülkede tutma eğilimine girdi. Özellikle ailesini getirenler, Türkiye’de ev veya arazi almak yerine, bulundukları ülkede ev almaya ve hatta işyeri açmaya başladı. Bu süreç, Türkiye’nin işçi dövizi girişinde nispi bir azalmaya yol açtı.
Türkiye’nin ikinci döviz kaynağı, tarım ürünü ve maden cevheri ihracatıydı. Bu ürünlerin uluslararası piyasalardaki fiyatları yavaş artınca veya düşünce, bu kaynak da yetersiz kaldı.
Diğer taraftan Türkiye’nin döviz gereksinimi sürekli olarak artıyordu.
İthal ikameci sanayileşme, döviz tasarrufuna değil, döviz ihtiyacında artışa yol açtı. Türkiye özellikle 1970’li yıllarda ithalatını artırdı.
Döviz darboğazı, 1977 yılından itibaren temel tüketim mallarının piyasadan çekilmesine yol açtı. ABD, Türkiye’nin döviz gereksinimini bir silah olarak kullanarak, 1975 yılında Türkiye tarafından el konmuş olan ABD üslerinin yeniden açılması ve Yunanistan’ın NATO’ya geri dönmesi konusunda Türkiye’nin itirazının geri alınması için baskı yaptı. Bu baskı sonuç vermediğinde, Türkiye ekonomisi ciddi bir krize sürüklendi. Bazı temel tüketim mallarının bulunamamasının yanı sıra, birçok fabrika üretimini azalttı veya durdurdu. Bazı bölgelerde tarımsal faaliyet de mazot yokluğundan ciddi biçimde etkilendi.
1975 ve sonrasında Türkiye’de işsizlik hızla arttı. Özellikle kırsal kesimde küçük üreticiliğin tasfiye süreci başladı ve köyden kente göç hızlandı. Avrupa kapısı kapandığından, artan işsizliğin yurtdışına işçi göçü aracılığıyla azaltılma olanağı ortadan kalktı. Yaşanan ekonomik krizlerin işyerlerine yansıması öncelikle işçilerin işten çıkarılması biçiminde oldu. Yeni işyerlerinin açılma süreci de yavaşlayınca, işsizlikte büyük bir artış yaşandı.
Bu süreç, Süleyman Demirel’in azınlık hükümetinin 24 Ocak 1980 kararlarını almasıyla son buldu. İthal ikameci sanayileşme modelinden, ihracata dönük sanayileşme modeline geçildi.
Kenan Evren 1991 yılında 24 Ocak ile 12 Eylül ilişkisini şöyle anlatıyordu (Milliyet,7.1.1991): “Eğer 24 Ocak kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir.”
İthal ikameci sanayileşme modelinden, ulusötesi sermayenin ve gelişmiş kapitalist ülkelerin istekleri doğrultusunda ihracata dönük bir sanayileşme modeline geçilmesi, Türkiye işçi sınıfı hareketi açısından son derece önemli etkiler yaptı.
İthal ikameci sanayileşme modelinde sendikacılık nispeten kolaydır. İç pazar, dış rekabete karşı korunmuştur. Özellikle iç pazarın hızla genişlediği koşullarda, korunmuş bir iç pazara üretim yapan ve uluslararası pazarlara açılmaya zorlanmayan sanayici, işçilik maliyetlerini fazla dikkate almak zorunda değildir. Sanayici, işgücü maliyetindeki artışları, üretilen malların satış fiyatlarına fazlasıyla yansıtabilir ve ekleyebilir. Türkiye’de 1960’lı ve 1970’li yıllarda her türlü tüketim malına ve özellikle de dayanıklı tüketim mallarına olan talep hızla büyüyordu. Bu dönemde birçok köye elektrik götürüldü. Köye elektrik gitmesi, önce buzdolabı ve televizyon, ardından çamaşır makinesi talebini sıçratıyordu. Sanayicinin sorunu, parça ithalatı için gerekli dövizi bulmak ve üretimi aksamaksızın sürdürebilmekti. Bu nedenle işyerinde işçilerle bir sorun yaşanmasının önlenmesi için gereken çaba gösteriliyordu.
24 Ocak kararlarıyla birlikte, Türkiye’nin döviz ihtiyacının sağlanmasında, sanayicinin uluslararası rekabete/pazarlara açılması ve döviz kazanması isteniyordu. Ayrıca, iç pazarın bir süreç içinde uluslararası rekabete açılması, korumanın kaldırılması da gündemdeydi. Türkiye’deki sanayici yüksek faizle kredi kullanıyor, enerjisini pahalıya satın alıyor, araştırma ve geliştirme yatırımları yapmadığından teknoloji geliştiremiyor ve emek üretkenliğini artıramıyor, birçok girdisini ulusötesi şirketlerden pahalıya alıyordu. Uluslararası rekabete girmek, ihracat yapmak ve ülke içinde ithalatla rekabet etmek isteyen sanayicinin oynayabileceği tek değişken, işçilik maliyetleriydi. Kamu sektöründe ise artan giderlerin ve kamu açıklarının azaltılabilmesi için işçilik giderlerinin azaltılması isteniyordu. Nitekim 24 Ocak kararları sonrasında bu alanda kısıntılar gündeme geldi. Parlamenter sistem içinde bu amaca ulaşılamayınca, 12 Eylül darbesinin altyapısının bir unsuru daha oluştu.
24 Ocak İstikrar Programı’nın öncelikli hedefi işçi sınıfıydı.
24 Ocak kararları işçi-işveren ilişkilerinde ciddi bir sertleşmeye yol açtı.
Özel sektörde grevler hızla arttı. Hükümetin ertelediği grevler de, erteleme süresi sonunda yeniden başlayacaktı. Ayrıca, bazı kamu kesimi işyerlerinde siyasal kaygı ve hesaplarla işçi çıkarma uygulamalarına karşı büyük direnişler gerçekleşti.
1981 yılında genel seçimler olacaktı. Azınlık hükümetinin başında bulunan Süleyman Demirel, 24 Ocak istikrar programının parlamenter düzen içinde çok ciddi bir istikrarsızlık yarattığını görerek, 1980 yılı Temmuz sonu ve Ağustos başında kamu kesimi toplu sözleşme görüşmelerinde bu politikaları terk etti. Darbenin yaklaştığını sezip toplu sözleşme imzalayan sendikalar açısından bakıldığında, kamu kesiminde 1964 yılından beri en başarılı toplu sözleşmeler imzalandı. Örneğin, Karayolları Genel Müdürlüğü işyerlerinde çalışan işçilerin brüt yevmiyeleri (1980 Ocak fiyatlarıyla) 1980 Şubat’ında 347 TL iken 1 Mart 1980 tarihinden geçerli olmak üzere 651 TL’ye yükseldi. 1980 yılında kamu kesiminde toplu sözleşme yapmak için Başbakanlık Toplu İş Sözleşmesi Koordinasyon Kurulu’na başvuran sendikaların toplu sözleşme kapsamındaki işçi sayısı 568.341 idi. Bu işçilerin 475 bini Türk-İş’e, 45 bini DİSK’e bağlı sendikalara üyeydi. 12 Eylül öncesinde bazı sendikaların muhtemel gelişmeleri sezerek imzaladıkları toplu iş sözleşmelerinin kapsamında bulunan işçi sayısı 264.179 oldu. Bunların 209 bini Türk-İş’e bağlı sendikalarda örgütlüydü.
24 OCAK VE 12 EYLÜL 1980 ÖNCESİNDE İŞVERENLERİN TALEPLERİ
İşçilerin ve sendikaların 24 Ocak ve 12 Eylül 1980 sonrasındaki kayıpları, uluslararası güçlerin ve ülkemizdeki işverenler adına Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) talepleri doğrultusunda biçimlendirildi. Bu döneme damgasını vuran ifadelerden biri, TİSK Başkanı Halit Narin’in sözleriydi.
TİSK Yönetim Kurulu 22 Şubat 1983 günü toplanarak çalışma yaşamına ilişkin yasa tasarılarını görüştü. TİSK Başkanı Halit Narin, tasarıda grev hakkının kısıtlanmasına ilişkin bir soru üzerine şunları söyledi: “20 yıldır biz ağladık, onlar güldü. Dengenin bozulduğu bir ortamda 12 Eylül’e gelen olaylar yaşandı. Grev hakkı ekonomik ve milli sınırları aştığı takdirde sınırlandırılmalıdır. Sendikalar, yalnızca sendikal faaliyet içinde kalmalıdır.” (Cumhuriyet,23.2.1983)
TİSK, 1982 Anayasası hazırlık çalışmaları sırasında “sosyal devlet” anlayışına karşı çıktı ve bu kavramın Anayasadan çıkarılmasını istedi. (Cumhuriyet, 12.4.1982) TİSK’in 1982 yılı nisan ayında toplanan 14. Genel Kuruluna sunulan Çalışma Raporunda işçi haklarına ilişkin temel yaklaşım şöyle ifade ediliyordu:
“Geçmişte işveren-işçi ilişkilerine yaklaşımda daima işçilerin himayeye muhtaç olduğu görüşünün hakim olduğu bilinen bir gerçektir. Artık işçinin ezildiği, istismar edildiği iddialarının geçersizliği ortadadır. İşçilerin bugün ulaştığı seviye memurlara sağlanan imkanların çok çok üstündedir. Bunun yanında 3 milyona yakın işsizin varlığı düşünülürse, ülkemizde çalışan işçilerin mutlu bir azınlık teşkil ettiği söylenebilir. Bu durumu geçmiş tecrübeler ışığında artık savunmak mümkün değildir. Bu sebeple sosyal sorunlara yaklaşırken işçi lehine yorum kriteri terkedilmeli ve ülke yararı gözetilmelidir.” (TİSK, XIV. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, Ankara, 1982, s.19)
TİSK’in 1972, 1974, 1976, 1978, 1980 ve 1982 yıllarında yapılan genel kurullarına sunulan çalışma raporlarında yer alan isteklerin en önemlileri şöyle sıralanabilir:
-Asgari ücret, yan ödemeler de hesaba katılarak, bölgelere ve sektörlere göre ayrı ayrı belirlensin.
-Herkese eşit ücret zammı yerine, üretime katkıya göre farklı ücret zammı sistemi yaygınlaştırılsın.
-Ücret zamları verimliliğe bağlansın; ücret artışları sınırlandırılsın; yan ödemeler azaltılsın.
-Emekli aylıkları düşürülsün.
-Çalışılmayan hafta tatili ve genel tatiller için ücret ödenmesin.
-Kıdem tazminatına yasal tavan getirilsin ve kıdem tazminatı fonu oluşturulsun.
-Genel tatil ve ücretli izinler azaltılsın.
-İş güvenliği denetimlerinde işyerlerinin kapatılması zorlaştırılsın.
-Sakat ve eski hükümlü çalıştırma yükümlülüğü kaldırılsın.
-Toplu sözleşme uygulamasında sendikalı-sendikasız işçi ayrımına son verilsin; dayanışma aidatı kolayca uygulanabilsin.
-Yönetime katılma uygulamalarına son verilsin.
-“Sendika enflasyonu” önlensin
-Tek sendikaya üyelik getirilsin; üye fişleri merkezi bir birimde toplansın.
-Sendika aidatlarının miktarı sınırlandırılsın ve check-off sistemi kaldırılsın.
-Sendikalar, devletin idari ve mali denetimine açık olsun.
-Sendikalarla siyasi partiler arasındaki ilişki sınırlandırılsın.
-İşkolları yönetmeliği yasaya eklensin.
-Sendika yönetiminde görev alanların siyasi partilerin yönetiminde yer almaları halinde sendikadaki görevleri otomatik olarak düşsün.
-Sendikalar, işyerlerindeki yasadışı davranışlardan parasal ve hukuksal açılardan sorumlu tutulsun.
-İşkolu ve işyeri düzeyindeki iki toplu iş sözleşmesi yerine, tek bir toplu iş sözleşmesi yapılsın.
-Grev ertelemelerinin kapsamı genişletilsin; ertelenen grevlerde toplu iş sözleşmesi Yüksek Hakem Kurulu tarafından sonuçlandırılsın.
-Greve çıkan işçilerin ücretleri sendikalarınca ödensin.
-Herhangi bir işçi sendikasının toplu sözleşme yapabilmesi için işkolundaki toplam işçi sayısının belirli bir oranını temsil etme önkoşulu getirilsin.
-Toplu sözleşme görüşmeleri belirli bir süre içinde sonuçlandırılsın.
-Hak grevi kalksın.
-Her grev kararından sonra grev oylamasına gidilsin.
-Grev kararının alınmasından sonraki belirli bir dönem içinde grevin uygulanması zorunluluğu getirilsin; grevin başlama tarihi önceden işverene bildirilsin.
-Emeklilik yaşı yükseltilsin.
İşverenlerin bu isteklerinin büyük bir bölümü, aşağıda da görüleceği gibi, 12 Eylül sonrasında 1982 Anayasasıyla ve diğer mevzuatla gerçekleştirildi. Bu taleplerin bir bölümü konusunda işçiler aleyhinde atılan adımlar ise daha sonra iptal ettirildi.
12 EYLÜL 1980 SONRASINDA ÇALIŞMA MEVZUATINDA ÇALIŞANLAR ALEYHİNE YAPILAN DÜZENLEMELERDEN EN ÖNEMLİLERİ
19.9.1980 gün ve 2301 sayılı Yasa ile 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununu bazı maddeleri değiştirildi. 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasasının 2. maddesine aşağıdaki fıkra eklendi:
“Sıkıyönetim komutanlarının, bölgelerinde genel güvenlik, asayiş veya kamu düzeni açısından çalışmaları sakıncalı görülen ve hizmetleri yararlı olmayan kamu personelinin statülerine göre atanması veya işine son verilmesi, yerel yönetimde çalışanların görevden uzaklaştırılması veya işlerine son verilmesi hakkındaki istemleri ilgili kurum ve organlarca derhal yerine getirilir.”
Bu bent, 28.12.1982 gün ve 2766 sayılı Yasayla aşağıdaki biçime dönüştürüldü:
“Sıkıyönetim komutanlarının; bölgelerinde genel güvenlik, asayiş veya kamu düzeni açısından çalışmaları sakıncalı görülen veya hizmetleri yararlı olmayan kamu personelinin statülerine göre atanması veya işine son verilmesi, mahalli idarelerde çalışanların görevden uzaklaştırılması veya işlerine son verilmesi hakkındaki istemleri ilgili kurum ve organlarca derhal yerine getirilir. Bunlar hakkında, tabi oldukları 5434 sayılı T.C.Emekli Sandığı Kanunu veya diğer sosyal güvenlik kurumları hakkındaki kanun hükümleri uygulanır. Bu şekilde işlerine son verilen memurlar, diğer kamu görevlileri ve kamu hizmetlerinde görevli işçiler bir daha kamu hizmetlerinde çalıştırılamazlar.”
1985 yılı başlarında Adalet Bakanı tarafından yapılan bir açıklamaya göre, bu hükme dayanılarak 4667 işçi ve memur işinden çıkarılmıştı. 4509 kişi de bölge dışına gönderildi. (TÜBA, İş, İşçi, Çalışma Bülteni, No.495, 29.4.1985)
1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası’nın sıkıyönetim komutanlarının yetkilerine ilişkin maddesinin “f” bendi 2301 sayılı Yasa ile 1980 yılında aşağıdaki biçimde değiştirildi:
“Grev, lokavt yetkilerinin kullanılmasını, irade beyanı, referandum gibi sendikal faaliyetleri sürekli olarak durdurmak veya izine bağlamak;
“Tahrip, yağma, işgal, fiili durum, boykot, iş yavaşlatması, çalışma özgürlüğünün kısıtlanması ve işyerlerinin kapatılması gibi hareketleri yasaklamak, önlemek veya önleyici tedbirler almak;”
1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası’nın sıkıyönetim komutanlıklarının yetkilerine ilişkin maddesinin “g” bendindeki yetki ise, 1980 yılında 2301 sayılı Yasayla aşağıdaki biçimde değiştirildi:
“Kapalı veya açık yerlerde her türlü toplantıları veya gösteri yürüyüşlerini yasaklamak, izine bağlamak, yapılacağı açık ve kapalı yerleri tayin ve tahsis etmek, izine bağladığı her türlü toplantıyı kontrol altında tutmak veya izlemek, her türlü dernek ve teşekküllerin çalışmalarını durdurmak veya bunları izine bağlamak; yeni dernek kuruluşlarını izine bağlamak;”
Bu fıkra, 12.3.1982 gün ve 2632 sayılı Yasa ile aşağıdaki biçimi aldı:
“Kapalı veya açık yerlerde her türlü toplantıları veya gösteri yürüyüşlerini yasaklamak, izine bağlamak, yapılacak açık ve kapalı yerleri tayin ve tahsis etmek, izine bağladığı her türlü toplantıyı kontrol altında tutmak veya izlemek, yeni dernek, resmi senetle kurulabilen vakıf ve teşekküllerin kuruluşlarını izine bağlamak, ayrıca her türlü dernek, vakıf ve teşekküllerin çalışmalarını durdurmak veya bunları izine bağlamak;”
17.10.1980 gün ve 2319 sayılı Yasa ile 854 sayılı Deniz İş Yasasının kıdem tazminatı ile ilgili maddesi değiştirilerek, kıdem tazminatı hakkına kısıtlamalar ve kıdem tazminatı miktarına tavan getirildi. Benzer bir düzenleme 17.10.1980 gün ve 2320 sayılı Yasa ile 1475 sayılı İş Yasası kapsamındakiler için getirildi. Böylece, 14.4.1980 ile 23.10.1980 tarihleri arasında kıdem tazminatı üzerinde bir tavan yokken, 23.10.1980 ile 31.12.1982 tarihleri arasında 30 günlük asgari ücretin 7,5 katı bir tavan getirildi. 10.12.1982 gün ve 2762 sayılı Yasa ile kıdem tazminatının tavanı en yüksek derecedeki devlet memurunun 1 yıllık hizmet karşılığı alacağı ikramiyeye eşitlendi.
24.12.1980 gün ve 2364 sayılı Süresi Sona Eren Toplu İş Sözleşmelerinin Sosyal Zorunluluk Hallerinde Yeniden Yürürlüğe Konulması Hakkında Kanun ile süresi sona eren toplu iş sözleşmelerinin Yüksek Hakem Kurulu tarafından elden geçirilmesi düzenlendi. Böylece, 1963 yılından 1980 yılına kadar birçok toplu iş sözleşmesinde çeşitli alanlarda elde edilmiş kazanımlar gaspedildi ve 1984 yılında yeniden toplu pazarlık düzenine geçilmesi sonrasında bile bu hakların önemli bir bölümü geri alınamadı.
7.1.1981 gün ve 2370 sayılı Yasa ile Türk Ceza Yasasının bazı maddeleri değiştirildi. 765 sayılı Türk Ceza Yasasının 236. maddesi aşağıdaki biçimi aldı:
“Memurlardan veya işçi niteliğini taşımayan kamu hizmeti görevlilerinden üç veya daha fazla kimse aldıkları karar gereğince kanun hükümlerine aykırı olarak, memuriyetlerini terk eder veya vazifelerine gelmezlerse veya vazifelerine gelip de görevlerini geçici de olsa kısmen veya tamamen yapmazlar yahut yavaşlatırlarsa her biri hakkında dört aydan bir yıla kadar hapis ve ikibin liradan onbin liraya kadar ağır para cezasıyla birlikte muvakkaten veya müebbeten memuriyetten mahrumiyet cezası da hükmolunur.
“Başkaları tarafından alınan karara veya yayınlanan bildirilere uyarak yukarıdaki fıkrada yazılı fiilleri işleyen memurlara ve işçi niteliği taşımayan kamu hizmeti görevlilerine de aynı ceza hükmolunur.
“Bu maddedeki eylemler dernek veya meslek kuruluşları yöneticilerinin bu yönde aldıkları karar veya yayınladıkları bildiriler üzerine vuku bulmuşsa, bu kararı alan veya bildiriyi yayınlayanlara bir yıldan üç yıla kadar hapis ve üçbin liradan onbin liraya kadar ağır para cezası verilir. Fail memur ise müebbeten memuriyetten mahrumiyet cezasına da hükmolunur.”
6.3.1981 gün ve 2422 sayılı Yasa ile 506 sayılı Sosyal Sigortalar Yasası değiştirildi. Bu Yasa ile kaybedilen hakların en önemlileri şunlardır:
-Ayakta yapılan tedavilerde ilaç bedellerinin yüzde 20’si sigortalıdan kesilmeye başlandı.
-Emekli aylığının hesaplanmasında son beş yıllık kazançların en yüksek üç yılının ortalaması yerine, beş yılın tümünün ortalaması alınmaya başlandı.
-Yaşlılık aylığı taban oranı yüzde 70’den yüzde 60’a indirildi.
-Sigorta primi işçi payı yüzde 14’e çıkarıldı.
-Kurum sağlık yardımlarından yararlanacak olanların muayene başına bir ücret ödemesi uygulaması getirildi.
26.3.1982 gün ve 2645 sayılı Yasa ile 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Kurumu Yasası değiştirildi. Sosyal Sigortalar Kurumu Yönetim Kurulundaki işçi temsilcisi sayısı 2’den 1’e düşürüldü. Ayrıca, SSK çalışanlarının temsilcisi ve emeklilerin temsilcisi, SSK Yönetim Kurulundan çıkarıldı. Yönetim Kurulunda atamalı üyeler çoğunluğa geçti. Diğer yasalarla yapılan değişikliklerle de SSK’nın hükümete bağımlılığı daha da artırıldı; SSK’nın yönetiminde işçi ve işveren temsilcilerinin gücü ve etkinliği iyice azaltıldı.
17.3.1981 gün ve 2429 sayılı Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Yasa ile daha önceden ücretli izinli sayılan 5,5 gün tatil olmaktan çıkarıldı. 20.4.1983 gün ve 2818 sayılı Yasayla, 23 Nisan günü (1 gün) yeniden ücretli genel tatil haline getirildi.
1.4.1981 gün ve 2443 sayılı Devlet Denetleme Kurulu Kurulması Hakkında Yasa ile her düzeydeki işçi ve işveren meslek teşekküllerinde her türlü inceleme, araştırma ve denetleme yapma yetkisi verildi (M.2/d).
17.4.1981 gün ve 2448 sayılı Yasa ile 6772 sayılı Yasa değiştirilerek, yeraltı madenciliği dışındaki kamu kurum ve kuruluşlarında ikramiye sayısı, ilave tediyeye (yılda 52 yevmiye) ek olarak iki aylık ücret, diğer işyerleri için ise yılda toplam dört aylık ücret ile sınırlandırıldı (4.7.1956 Tarihli 6772 Sayılı Kanuna Bir Ek Madde Eklenmesi ve İşçilere Toplu Sözleşmeleri ile Verilecek İkramiyeler Hakkında Kanun).
22.7.1981 gün ve 2495 sayılı Bazı Kurum ve Kuruluşların Korunması ve Güvenliklerinin Sağlanması Hakkında Yasa ile özel güvenlik teşkilatlarının kurulması öngörülüyordu. Yasanın 21. maddesi: “Özel güvenlik teşkilatı personeli, sendika, dernek ve siyasi partilere üye olamazlar. Bu yasağa uymayanların görevlerine ilgili kuruluşça son verilir,” düzenlemesini getirdi. Yasanın 22. maddesi şöyleydi: “Özel güvenlik teşkilatı personeli, grevlere ve her türlü toplantı veya gösteri yürüyüşlerine, hiçbir şekilde katılamaz ve katılmaya teşvik edilemez ve zorlanamazlar.” Yasanın 27. maddesi şöyleydi: “Özel güvenlik teşkilatı personeli, bağlı bulundukları kuruluşta grev veya lokavt uygulanması hallerinde, genel kolluk kuvvetlerine yardımcı olmak üzere, il valisinin görevlendireceği genel zabıta amirinin emrine girer ve kuruluş içinde kendilerine verilecek görevleri yapar. “
28.7.1981 gün ve 2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanununa göre toplu iş sözleşmesi ve grev yasaktı: Madde 26. “275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununun 20nci maddesindeki yasak, Kurul hizmetlerinde de uygulanır.”
657 sayılı Devlet Memurları Yasası 12.5.1982 gün ve 2670 sayılı Yasa ile değiştirildi ve cezalar ağırlaştırıldı:
“Madde 125/E: Devlet memurluğundan çıkarma cezasını gerektiren fiil ve haller şunlardır:
(a) İdeolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükun ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal, engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek veya yardımda bulunmak.”
657 sayılı Yasada 26. madde 12 Eylül öncesinde şu şekildeydi: “Devlet memurlarının, kamu hizmetlerini aksatacak şekilde memurluktan birlikte çekilmeleri yasaktır.”
12.5.1982 gün ve 2670 sayılı Yasa ile bu madde aşağıdaki biçimi aldı:
“Madde 26: Bu Kanunun 21nci maddesi ile hükme bağlanan hakkın kullanılmasında birden fazla devlet memurunun toplu olarak söz ve yazı ile müracaatları ve şikayetleri yasaktır.
“Devlet memurlarının kamu hizmetlerini aksatacak şekilde memurluktan kasıtlı olarak birlikte çekilmeleri veya görevlerine gelmemeleri veya görevlerine gelipte Devlet hizmetlerinin ve işlerinin yavaşlatılması veya aksatılması sonucunu doğuracak eylem ve hareketlerde bulunmaları yasaktır.”
1982 Anayasası (7.11.1982), 2821 sayılı Sendikalar Yasası (5.5.1983) ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası (5.5.1983) ile işçi hakları önemli alanlarda daha da kısıtlandı.
Anayasanın 18. maddesi zorla çalıştırmayı olanaklı hale getirdi. 1961 Anayasasında bu konu şöyle düzenlenmişti (Madde 42): “Angarya yasaktır. Memleket ihtiyaçlarının zorunlu kıldığı alanlarda vatandaşlık ödevi niteliği olan beden veya fikir çalışmalarının şekil ve şartları, demokratik esaslara uygun olarak kanunla düzenlenir.”
1982 Anayasasında bu konu şöyle düzenlendi (Madde 18): “Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır. Şekil ve şartları kanunla düzenlenmek üzere hükümlülük veya tutukluluk süreleri içindeki çalışmalar; olağanüstü hallerde vatandaşlardan istenecek hizmetler; ülke ihtiyaçlarının zorunlu kıldığı alanlarda öngörülen vatandaşlık ödevi niteliğindeki beden ve fikir çalışmaları, zorla çalıştırma sayılmaz.”
Anayasanın 51. maddesi ile, işçi sendika ve üst kuruluşlarında yönetici olabilmek için, en az on yıl bilfiil işçi olarak çalışmış olma koşulu getirildi. Bu koşulun uygulanması, sendika yöneticilerine karşı bir tehdit olarak kullanıldı.
12 Eylül öncesinde bir işyerinde aynı anda hem işyeri, hem de işkolu toplu iş sözleşmesi uygulanabiliyordu. Anayasanın 53. maddesi ile aynı işyerinde aynı dönem için birden fazla toplu iş sözleşmesinin yapılması ve uygulanması yasaklandı. Aynı düzenleme 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasasının 3. maddesi ile de getirildi. 2822 sayılı Yasanın 5. maddesi ile, toplu sözleşmelere, “kanun ve tüzüklerin emredici hükümlerine aykırı hüküm” konulamayacağı düzenlemesi getirildi. Böylece toplu pazarlık özgürlüğü daha da kısıtlandı.
Anayasanın 54. maddesi ile hak grevi yasaklandı. Bu yasak, 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası ile daha da pekiştirildi.
Anayasanın 54. maddesi ile lokavt, işverenlere anayasal bir yetki olarak tanındı. Halbuki 1961 Anayasasında işverenlerin lokavt yetkisinden söz edilmiyordu. Lokavt, 1963 yılında kabul edilen 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası ile girmişti.
Anayasanın 54. maddesi, grevde sendikanın kararı dışında işyerine verilen zarardan sendikayı sorumlu tuttu: “Grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan işyerinde sebep oldukları maddi zarardan sendika sorumludur.” 2822 sayılı Yasanın 47. maddesi bu düzenlemeyi yineledi.
12 Eylül öncesinde grev ertelemeleri sonucunda yeniden greve çıkılabilirdi. 1982 Anayasası, grev ertelemelerini grev yasağı biçimine getirdi ve erteleme süresi sonunda yeniden greve çıkılması olanağını ortadan kaldırdı: “Grev ve lokavtın yasaklandığı hallerde veya ertelendiği durumlarda ertelemenin sonunda, uyuşmazlık Yüksek Hakem Kurulunca çözülür.” 2822 sayılı Yasanın 33. maddesinde bu yasak pekiştirildi ve “olağanüstü halin ilan edildiği bölgelerde grev ve lokavt ertelenmesi kararlarına ilişkin davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilemez” hükmü getirildi.
Anayasanın 54. maddesi, grev kırıcıları koruyan bir düzenleme daha getirdi: “Greve katılmayanların işyerinde çalışmaları, greve katılanlar tarafından hiçbir şekilde engellenemez.” Bu düzenleme 2822 sayılı Yasanın 38. maddesi ile daha da pekiştirildi. 38. madde ile “greve katılan veya lokavta maruz kalan işçilerin, işyerine giriş çıkışı engellemeleri veya işyeri önünde topluluk teşkil etmeleri” de yasaklandı. 2822 sayılı Yasa, grev gözcülerinin sayısına kısıtlama getirdi, grev yerlerine, “bu işyerinde grev vardır” dışında pankart asılmasını ve grev gözcüleri için kulübe, baraka ve çadır gibi barınma vasıtalarının kurulmasını yasakladı (Madde 48).
Anayasanın 82. maddesi, milletvekilliği ile sendika yöneticiliğini bağdaşmaz görevler olarak kabul etti. Böylece, milletvekili seçilen sendika veya bunların üst kuruluşlarının yöneticilerinin bu görevlerinin sona ermesi öngörüldü. Bu düzenleme, sendikaların gücünün Meclis’e yansıtılmasına engel oldu.
2821 sayılı Sendikalar Yasası ile sendika üyeliği için noterin aracılığı koşulu getirildi (M.22). Bu uygulama sendikaya üye olmayı daha zor ve pahalı hale soktu.
2821 sayılı Yasa, sendika üye kayıt fişinin birer nüshasının Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına ve ilgili Bölge Çalışma Müdürlüğüne gönderilmesini (M.22) ve sendika yetki için başvurduktan sonraki 3 işgünü içinde işverene verilmesini (2822/13) öngörüyordu. 12 Eylül’den önce olmayan bu uygulama sendikal örgütlenme açısından birçok sakınca içeriyordu.
Sendikalar Yasası, işçinin sendikaya ödeyeceği ödentilerinin genel kurullarca belirlenmesinde sınır getirdi ve sendika ödentisi dışındaki kesintileri (dayanışma fonu, toplu sözleşme zam farkı, üst kuruluş ödentisi) yasakladı (M.23).
12 Eylül öncesinde bir sendikanın fesholması durumunda mal varlığı bir başka işçi kuruluşuna devredilirdi (274/18). 2821 sayılı Yasa ise bazı koşullarda İş ve İşçi Bulma Kurumu’na devredilmesini öngörüyordu (M.46).
2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasasının 3. maddesine göre, “bir tüzelkişiliğe veya bir kamu kurum ve kuruluşuna ait aynı işkolunda birden çok işyerine sahip bir işletmede işçilerin bir işyerinden diğerine naklinin işletmenin niteliği icabı olduğu hallerde bu işyerlerinin tümü için ancak bir toplu iş sözleşmesi” yapılabiliyordu. Buna göre, özel sektörün birçok işyerinde bir işletme toplu sözleşmesi yapma zorunluluğu yoktu; aynı işletmeye bağlı işyerlerinde birbirinden ayrı olarak işyeri toplu iş sözleşmeleri yapılabiliyordu.
2822 sayılı Yasa, sendika üyesi olmayanların dayanışma aidatı ödeyerek sendikanın bağıtlamış olduğu toplu iş sözleşmesinden yararlanmasında sendikanın onayını kaldırdı; böylece sendikasızlaşma teşvik edildi.
2822 sayılı Yasa, sendikaların, temsil ettikleri işçiler adına toplu sözleşme yapma yetkisi almasını zorlaştırdı (M.12); toplu sözleşme görüşmelerini 60 günlük süre ile kısıtladı (M.21); ek masrafa yol açan ve hiçbir yararı olmayan arabuluculuk kurumunu getirdi (M.22).
Türkiye’de 1983 yılına kadar yürürlükte kalan, ancak greve ilişkin hükümleri 12 Eylül 1980 tarihine kadar uygulanan 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasasında da sendikal özgürlüklerle bağdaşmayan grev yasakları vardı. 2822 sayılı Yasa, grev hakkına ilişkin olarak da yeni yasaklar getirdi.
12 Eylül öncesinde özel sektör tarafından yerine getirilen su, elektrik ve havagazı üretim ve dağıtım işlerinde grev yasağı yoktu. 2822 sayılı Yasa, bu işyerlerini grev yasağı kapsamına aldı.
2822 sayılı Yasaya göre (M.29), termik santrallarını besleyen linyit üretimi, tabii gaz ve petrol sondajı, üretimi, tasfiyesi, dağıtımı, üretimi nafta veya tabii gazdan başlayan petrokimya işlerinde, bankalarda, kamu kuruluşlarınca yürütülen şehir içi deniz, kara ve demiryolu ve diğer raylı toplu yolcu ulaştırma hizmetlerinde bulunan grev yasağı, 12 Eylül öncesinde yoktu.
12 Eylül öncesinde “Milli Savunma Bakanlığınca ve İçişleri Bakanlığı Jandarma Genel Komutanlığınca doğrudan doğruya işletilen iş yerlerindeki işçilerin ücret veya sair çalışma şartlarının, piyasada benzeri iş yerlerindeki ücret veya sair çalışma şartlarına nazaran işçilerin aleyhinde olduğunun yetkili işçi sendikası veya federasyonunun başvurması üzerine Yüksek Hakem Kurulunca tesbit edilmesi halinde, bu iş yerlerinde greve karar” verilebiliyordu (275/20/11). 2822 sayılı Yasa bu işyerlerinde kesin grev yasağı getirdi.
2822 sayılı Yasa, grev uygulamasının grev kararının alınması ve karşı tarafa tebliğ edilmesinden sonraki 60 günlük süre içinde uygulanabileceği hükmünü getirdi. Halbuki 12 Eylül öncesinde böyle bir zaman kısıtı yoktu ve sendika, grevi başlatmak için, işverenin en zayıf olduğu anı beklerdi.
2822 sayılı Yasa, grevin uygulanmasından 6 işgünü önce durumun noter kanalıyla işverene veya işveren sendikasına bildirilmesi koşulunu getirdi. Halbuki 12 Eylül öncesinde grevin ne zaman başlayacağı önceden bildirilmez, işverenin en zayıf olduğu anda grev başlatılırdı. Bu değişiklikle, işverenin greve katılacak işçileri işten çıkarması, işe grev kırıcı alması, fabrikayı başka yere taşıması olanağı tanındı.
12 Eylül öncesinde, bir grev sonrasında toplu iş sözleşmesi bağıtlanırken, toplu sözleşmeye, grevde geçen sürelere ilişkin ücretlerin ödenmesi ve bu sürenin kıdem tazminatının hesabında dikkate alınması konusunda hükümler konabilirdi. 2822 sayılı Yasa bu tür uygulamaları kesinlikle yasakladı: “Grev ve lokavt süresince hizmet akitleri askıda kalan işçilere bu dönem için işverence ücret ve sosyal yardımlar ödenemez, bu süre kıdem tazminatı hesabında dikkate alınamaz. Toplu iş sözleşmelerine veya hizmet akitlerine bunların aksine hüküm konulamaz.”
22.4.1983 gün ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası ile, siyasi partilerin sendikalarla ilişkilerini yasaklayan Anayasa hükmü güçlendirildi. 66. maddede yer alan yasağa ek olarak, 92. maddede aşağıdaki düzenleme getirildi:
“Madde 92: Siyasi partiler, kendi siyasetlerini yürütmek ve güçlendirmek amacıyla, dernekler, sendikalar, vakıflar, kooperatifler ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları veya bunların üst kuruluşları ile siyasi ilişki veya işbirliği içinde bulunamazlar; bunlardan maddi yardım alamazlar veya bu kuruluşlara maddi yardım yapamazlar; bunlara destek olamazlar ve bu amaçlarla ortak hareket edemezler.”
Özel eğitim kurumlarına ilişkin 625 sayılı Yasa 16.6.1983 gün ve 2843 sayılı Yasa ile aşağıdaki biçimde değiştirildi (275 sayılı Yasa, eğitim ve öğretim kurumlarında grevi yasaklıyordu): “Madde 32: Özel öğretim kurumlarında grev yapılamaz, bu kurumlarda çalışan öğretmenler sendika kuramazlar ve sendikalara üye olamazlar.”
16.6.1983 gün ve 2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemeleri Yasası ile, toplantı ve gösteri yürüyüşleri ve greve ilişkin suç iddialarının da bu mahkemelerde yargılanacağı düzenlemesi getirildi (M.9/e/1).
TRT Yasası değiştirilerek, TRT Yönetim Kurulunda işçilerin bir temsilcisinin bulunması olanağı ortadan kaldırıldı (11.11.1983 gün ve 2954 sayılı Yasa).
İktisadi devlet teşekküllerine ilişkin 440 sayılı Yasada çok sayıda işçi istihdam edilen iktisadi devlet teşekküllerinin yönetim kurullarında işçileri temsilen bir üyenin bulunması öngörülüyordu. Önce 60 no.lu Kanun Hükmünde Kararname 440 sayılı Yasanın yerini aldı. Bu Kanun Hükmünde Kararnamenin yerini de 19.10.1983 gün ve 2929 sayılı Yasa aldı ve işçilerin temsiline son verildi.
4.10.1983 gün ve 2908 sayılı Dernekler Yasası ile çeşitli kısıtlamalar getirildi:
“Madde 39: Belli bir kurum ve kuruluşta çalışan kamu hizmeti görevlileri ile aynı veya ayrı kurum ve kuruluşta çalışsalar bile, belli bir mesleğe mensup olan kamu hizmeti görevlileri, ancak üyelerinin ortak sosyal, ekonomik, dinlenme, kültürel ve mesleki ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla ve sadece il ve ilçe merkezlerinde, dernek kurabilirler.”
“Madde 43: Derneklerin, yabancı ülkelerdeki dernek ve kuruluşların üyelerini Türkiye’ye davet etmesi veya yabancı derneklerin ve kuruluşların davetlerine uyarak üyelerini veya temsilcilerini yurt dışına göndermesi, Dışişleri Bakanlığının ve ilgili bakanlıkların görüşü alınarak İçişleri Bakancılığınca verilecek izne bağlıdır.”
Madde 43 sendikalara da uygulandı ve bu maddeyi ihlal etmenin yaptırımı 3 aydan 6 aya kadar hapis cezasıydı.
6.10.1983 gün ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası da önemli kısıtlamalar getirdi:
“Madde 15: Bir il sınırı içinde aynı günde birden çok toplantı yapılmak istenmesi halinde vali, emrindeki güvenlik kuvvetlerinin ve gerektiğinde yararlanabileceği diğer güçlerin bu toplantıların güvenlik içinde yapılmasını sağlamaya yeterli olmadığı kanısına varırsa, toplantılardan bir kısmını otuz günü aşmamak üzere bir kez erteleyebilir.”
“Madde 17: Bölge valisi, vali veya kaymakam, kamu düzenini ciddi şekilde bozacak olayların çıkması veya milli güvenlik gereklerinin ihlal edilmesi veya Cumhuriyetin ana niteliklerini yok etmek amacını güden fiillerin işlenmesinin kuvvetle muhtemel bulunması halinde veya devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacı ile belirli bir toplantıyı yasaklayabilir veya iki ayı aşmamak üzere erteleyebilir.”
“Madde 21: Dernekler, vakıflar, sendikalar ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları kendi konu ve amaçları dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyemezler.”
25.10.1983 gün ve 2935 sayılı Olağanüstü Hal Yasası olağanüstü hal bölgesinde grevlerin 1 aya kadar ertelenmesine olanak tanıyordu. 425 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile bu süre 3 aya çıkarıldı.
12 Eylül 1980 tarihinden parlamenter düzene yeniden geçildiği 1983 yılı sonuna kadar çalışma hayatında işçiler aleyhine getirilen bu düzenlemelerin hepsinin temelinde, 24 Ocak 1980 istikrar programının etkisi vardı.