Emeğin Gücü, Emekçinin Yanındayız...
TEKGIDA-İŞ SENDİKASI
TEKGIDA-İŞ SENDİKASI
ATAKEY
FELDA IFFCO
PERFETTİ VAN MELLE
KRAFT HEİNZ
SAFE SPİCE
SAGRA
İZTARIM
DOĞANAY
KESKİNOĞLU
BARRY CALLEBAUT
BEL KARPER
Cargill
Doğadan
Tarım Kredi Birlik
Bolez Piliç
Badem Su
İzmir Su
Elmacık Atasu
Sek_Süt
Yudum_Yag
ORYANTAL TÜTÜN PAKETLEME
Olin_Yag
NuhunAnkaraMakarnasi
Nestle_Su
Pinar
Savola
Pepsi
Tuborg_Bira
Nestle cereals
Yepaş Ekmek
Yesaş
Mey
Nestle
Mauri_Maya
Lipton_Dosan
Mondelez
TtlTutun
TrakyaBirlik
Tat
Tamek
Sırma Su
Sunel
KristalYag
Knorr_Besan
Kent_Cadbury
Efes
ELİT Cikolata
Erikli_Su
Eti
Evyap
Ferrero
Filiz Makarna
Timtas
Kavaklıdere
ibb kent ekmek
Hayat Su
Haribo
Frito Lay
BAT
Barilla_Makarna
Banvit
Aroma
Ankara Fırınları
Akmina
Alpin Su
Bimbo QSR
Bolca Mantı
BUNGE YAĞ
Chipita Gıda Üretim A.Ş.
Coca Cola
Damla Su
Danone
Dr Oetker
Agthia
ATAKEY
FELDA IFFCO
PERFETTİ VAN MELLE
KRAFT HEİNZ
SAFE SPİCE
SAGRA
İZTARIM
DOĞANAY
KESKİNOĞLU
BARRY CALLEBAUT
BEL KARPER
Cargill
Doğadan
Tarım Kredi Birlik
Bolez Piliç
Badem Su
İzmir Su
Elmacık Atasu
Sek_Süt
Yudum_Yag
ORYANTAL TÜTÜN PAKETLEME
Olin_Yag
NuhunAnkaraMakarnasi
Nestle_Su
Pinar
Savola
Pepsi
Tuborg_Bira
Nestle cereals
Yepaş Ekmek
Yesaş
Mey
Nestle
Mauri_Maya
Lipton_Dosan
Mondelez
TtlTutun
TrakyaBirlik
Tat
Tamek
Sırma Su
Sunel
KristalYag
Knorr_Besan
Kent_Cadbury
Efes
ELİT Cikolata
Erikli_Su
Eti
Evyap
Ferrero
Filiz Makarna
Timtas
Kavaklıdere
ibb kent ekmek
Hayat Su
Haribo
Frito Lay
BAT
Barilla_Makarna
Banvit
Aroma
Ankara Fırınları
Akmina
Alpin Su
Bimbo QSR
Bolca Mantı
BUNGE YAĞ
Chipita Gıda Üretim A.Ş.
Coca Cola
Damla Su
Danone
Dr Oetker
Agthia
15 Nisan 2024
TİSK VE İŞ GÜVENCESİ TARTIŞMALARI (1992)

1992 yılında çalışma hayatında önemli değişikliklerin yaşandığı günlerde iş güvencesi talebi öne çıktı.

TİSK VE İŞ GÜVENCESİ TARTIŞMALARI (1992)

TEKGIDA-İŞ SENDİKA AKADEMİSİ

Örneğin, Türk-İş’in 7-13 Aralık 1992 günleri toplanan 16. Genel Kurulu’nda alınan kararlar arasında “İş güvencesini sağlayıcı ve artırıcı yasal düzenlemelere gidilmesi” talep ediliyordu. Ayrıca, “İş Güvencesi Yasa Tasarısı” başlığı altında şu talep yer alıyordu: “İş güvencesi yasa tasarısı Türk-İş’in talepleri doğrultusunda geliştirilmeli ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 158 sayılı Sözleşmesinin onaylanmasının Parlamento tarafından uygun görüldüğü göz önünde bulundurularak, en kısa sürede yasallaştırılmalıdır. 212 sayılı Basın İş Yasası kapsamındaki basın-yayın çalışanları da bu yasanın kapsamına alınmalıdır.”

1991 yılı sonunda DYP-SHP Koalisyon Hükümeti’nin kurulduğu günlerde TİSK tarafından yayımlanan Çalışma Hayatı ’91 kitabında, iş güvencesine ilişkin şu değerlendirme yer alıyordu:

“İş Kanunu’na ilişkin görüşlerimiz.

“İşçi çıkarma ile ilgili hükümler değiştirilmemelidir. (…) İşletmeleri müteşebbis yönetim, verimli işlemesini sağlayacak tedbirleri o alır. İş güvenliği sağlamak gerekçesi ile işçi çıkarmayı yargı denetimine bırakmak, işletmelerin mahkemelerce yönetilmesi anlamına gelir ki, bu da ekonominin ve işletmenin gerçeklerine ters düşer.” (TİSK, Çalışma Hayatı ’91, Yay.No.111, Ankara, Aralık 1991, s.71-72)

Süleyman Demirel’in 49. Cumhuriyet Hükümeti’nde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı SHP’li Mehmet Moğultay idi. Mehmet Moğultay’ın bakanlığı döneminde bir İş Güvencesi Yasa Taslağı hazırlandı ve 12 Ocak 1992 günü kamuoyuna açıklandı. Taslak, 1475 sayılı İş Yasasının II. bendini aşağıdaki biçimde düzenliyordu (1475 Sayılı İş Kanunu ile 2821 Sayılı Sendikalar Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine İlişkin Yasa Taslağı (İş Güvencesi Yasa Taslağı), Ankara, 1992, çoğaltma):

“A) İşveren fesih için işçinin kişiliğinden, davranışlarından ya da işletme gereklerinden kaynaklanan haklı bir sebebe dayanmak zorundadır.

“İşletme gereklerine dayandırılan fesihlerde, işçinin aynı işyerinin bir başka kısmında veya aynı işletmeye bağlı başka bir işyerinde çalıştırılması olanağının bulunması ya da işçinin değişik iş şartları ile çalışmaya devam etmesi mümkün olup işçinin de bunu kabul etmesi durumunda, fesih yine haksız sayılır.

“İşveren fesih bildirimini yazılı olarak yapmak ve fesih sebebini açık ve kesin bir şekilde belirtmek zorundadır.

“B) İşçi veya üyesi olduğu sendika fesih bildiriminde sebep gösterilmediğini veya gösterilen sebebin haklı olmadığını öne sürerek iş mahkemesinden feshin geçersizliğine ve duruma göre işe iadeye karar verilmesini isteyebilir.

“Bu talep fesih bildiriminin tebliği tarihinden itibaren bir ay içinde yapılmalıdır.

“Feshin haklı bir sebebe dayandığını ispat yükümü işverene aittir.

“Dava seri muhakeme usulüne göre iki ay içinde sonuçlandırılır. Duruşma sonunda verilecek karar temyiz edildiği takdirde Yargıtayca bir ay içinde kesin olarak karara bağlanır.

“Mahkemece feshin haksız olduğu tespit edildiğinde, fesih, bildirimin yapıldığı tarihten itibaren geçersiz sayılır ve işçi çalıştırılmadığı süre içerisinde doğmuş bulunan ücret ve diğer hakları ödenmek üzere işe iade edilir. Bildirim sürelerine ait ücret işçiye peşin ödenmiş ise, bu tutar yapılacak ödemeden mahsup edilir.

“Yargıç taraflardan birinin isteği üzerine, hizmet akdinin devamının katlanılamayacak bir duruma gelmiş olduğu kanısına varır ise, işe iade kararı yerine, işçinin altı ay ile bir yıllık ücreti tutarında bir tazminata hükmedebilir. Bu halde akit mahkeme kararı ile sona ermiş sayılır ve haklı sebeple yapılmış feshin sonuçlarını doğurur.

“C) İşe iade kararı verilen işçi altı işgünü içinde işe başlamak zorundadır.

“İşçi bu süre içinde işe başlamazsa, işverence yapılmış bulunan fesih haklı sayılır ve işveren sadece bunun hukuki sonuçları ile sorumlu olur.

“İşçinin kanun ve sözleşmelerden doğan hakları saklıdır.”

Bu tarihte Türkiye henüz Uluslararası Çalışma Örgütü’nün işçilerin işveren tarafından işten çıkarılması durumunda iş güvencesi sağlayan 158 sayılı Sözleşmesi’ni onaylamamıştı.

Bu taslak, 158 sayılı ILO Sözleşmesi’nde işçi lehine getirilenden daha ileri bir düzenleme içeriyordu. 158 sayılı Sözleşmede, yargının işçinin işe iadesine ilişkin kararına işverenin itirazı durumunda, işçinin işbaşı yapması olanaklı değildir. Halbuki bu tasarıda bu konudaki karar yargıya bırakılmıştı. Tasarıda yer alan “haklılık” kavramı ise önemli bir yanlışlıktı. ILO Sözleşmesinde “haklılık” değil “geçerlilik” aranıyordu.

Bu taslağın önemli diğer bir düzenlemesi, toplu işçi çıkarmalarda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Bölge Müdürlüğünden izin alma zorunluluğunu getirmesiydi. Taslakta, 1475 sayılı İş Yasası’nın 24. maddesinin 1. fıkrasının şu biçimde değiştirilmesi öngörülüyordu: “İşveren, işyeri gerekli sonucu topluca veya dört haftalık süre içinde aralıklı olarak ondan az olmamak üzere işyerindeki işçi sayısının onda biri veya daha fazla işçiyi işten çıkarmak istediğinde, durumu fesih bildirimi yapmadan en az bir ay önce, nedenleri ile birlikte Bölge Müdürlüğü’ne yazılı olarak bildirmek ve izin almak zorundadır.”

İşverenler bu taslağa büyük tepki gösterdi.

TİSK Başkanı Refik Baydur 13 Ocak 1992 günü yaptığı açıklamada bu metne karşı çıktı. Refik Baydur’u, 15 Ocak 1992 günü TÜSİAD Başkanı Bülent Eczacıbaşı ve 16 Ocak 1992 günü de TOBB izledi.

Refik Baydur, 13 Ocak günlü açıklamasında şunları belirtti:

“Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın yaptığı açıklamadan işçilere iş güvenliği sağlamak gerekçesine dayanılarak işçi çıkarmalarının bakanlık iznine ve yargı denetimine tabi tutulacağına dair bir yasa tasarısının hazırlanmış olduğunu kamuoyuna yaptığı açıklamadan öğrenmiş bulunuyoruz.

“Her şeyden önce çalışma hayatının bir tarafı olarak önceden üzerinde görüşme yapılmadan böyle bir tasarının hazırlanmış olmasını ve hükümetin kamuoyuna bu konuda angaje olmasını yadırgadığımı ve üzüldüğümü belirtmek isterim. Hükümetin işbaşına geldiği günden bugüne çalışma hayatının sorunlarını birlikte görüşerek çözüm yolu arama konusundaki mutabakatımıza rağmen böyle bir yola gidilmiş olmasını diyalog anlayışıyla bağdaştırmayı mümkün görmüyorum.

“Böyle bir açıklama Türk çalışma hayatında ve özellikle büyüklü küçüklü tüm işveren camiasında ciddi endişe ve rahatsızlıklar yaratmıştır. Gerçekten Türk ekonomisinin darboğaza girdiği, içinde bulunduğumuz dönemde, işletmeleri ayakta tutabilmek için çözüm yolları ararken böyle bir tasarının gerçekleşmesi işletmeleri yeni sorunlarla karşı karşıya getirecektir. Unutmamak gerekir ki, istihdam güvenliğini sağlamanın yegâne yolu, işletmenin ayakta tutulmasına bağlıdır. Diğer bir deyişle, istihdam güvencesi için önce işletme güvencesi esastır.

“İşçi çıkarma, sosyal yönü kadar ekonomik yönü de ağırlık taşıyan ve işletmelerin verimli olabilmesi için bazı hallerde kaçınılmaz olan bir işlemdir. Bu tasarrufun yalnız sosyal yönünü düşünerek işçi çıkarmayı önlemek ve bunun ekonomik sonuçlarını ihmal etmek, işletmeleri mahkemelerce yönetilir hale getirecek ve sonuçta hızla tasfiyeye yaklaştıracaktır.

“Öte yandan bir süredir ülkemizde yerleştirmeye çalıştığımız piyasa ekonomisi ilkeleriyle taban tabana ters düşecek böyle bir uygulamanın sadece iş hayatıyla değil, ülkenin temel tercihleriyle de bağdaşmayacağı ortadadır. Ayrıca ülkemizdeki işsiz sayısı da göz önüne alınırsa, yapılmak istenen düzenlemenin işsizler aleyhine sonuç doğuracağı gözden uzak tutulmamalıdır. Yine bu uygulamanın hükümetin ekonomik istikrar programından ve alınacak tedbirler paketinden önce açıklanmış olmasını da fevkalade hatalı gördüğümü belirtmek isterim. Çünkü bu hususun daha ilk bakışta KİT’lerin özelleştirilmesi amacına ve uygulamasına ters düşeceği ortadadır. Kaldı ki, yapılmak istenilen değişikliğin açıkça hükümet programında yer aldığını da söylemek mümkün değildir.

“Diğer bir husus olarak da, Anayasamızın tanımış olduğu çalışma hak ve hürriyetinin sadece işçilere değil, işçi ve işverenlere iki taraflı olarak tanınmış olduğunu da vurgulamak isterim.

“Sonuç itibariyle belirtmek isterim ki, daha önceleri bu yönde hazırlanan tasarılarda olduğu üzere, bu kez de sağduyunun hakim olmasını ve çalışma hayatının daha fazla tedirgin edilmemesini beklemekteyim. Çünkü böyle bir yasa sadece işçi-işveren arasındaki ferdî ilişki halinde kalmayacak, aksine toplu iş sözleşmelerini dahi çıkmaza sokacaktır.

“Özet olarak:

“Böyle bir uygulama Türkiye’de sanayileşme çabalarına karşı en büyük darbe etkisini yapacaktır.

“İstihdam güvencesi diye istihdam esnekliğini ortadan kaldırmak daima işletmelerin ufalması sonucunu doğurur. Ufalan işletmelerle sanayi gelişemez.

“Bu düşünce, işletmelerin işverenler tarafından değil, mahkemelerce yönetilmesi anlamına gelir.

“İş hayatına getirilen yasaklar işsizliği artırır, yeni yatırımları kısıtlar.

“Böyle bir düzenleme kaçak istihdamı artırır.

“Bu düzenleme yalnız sanayii değil, ülkenin en ücra köşesindeki küçük işletmeleri bile olumsuz etkiler.”(Refik Baydur, “İş Güvencesi” Tartışmaları,  Doğan Kitap, İstanbul, 2004, s.15-16)

TİSK Başkanı Refik Baydur, 15 Ocak 1992 tarihinde tüm işveren kuruluşlarına ve oda başkanlarına bir mektup göndererek, yasa tasarısının işverenler açısından sakıncalarını özetledi ve bu kuruluşların da tepkilerini yetkililere yazılı olarak iletmelerini istedi. (Baydur,2004;16-17)

TİSK, bu taslağa karşı İş Güvencesi Yasa Taslağına İlişkin Görüşlerimiz kitapçığını (Yay.No.112, Ankara, 1992, 24 s.) yayımladı. TİSK’in yayını, taslağın yasalaşması durumunda işverenler açısından ortaya çıkacak sakıncaları şöyle özetliyordu:

“Tasarı yasalaştığı takdirde:

“Anayasamızın tanıdığı çalışma ve sözleşme hürriyetine aykırı bir düzenleme yapılmış olacaktır.

“Türk ekonomisi ve işletmeler açısından çok büyük zararlar ortaya çıkacaktır.

“Dış pazarlara yönelen işletmelerimizin rekabet gücüne önemli bir darbe vurulacak, ihracatın lokomotifi olan milli sanayimiz böylesine bir baskı altında verimli üretim yapamayacaktır.

“İşletmeler üretimden çok mahkemelerle ve idari mercilerle uğraşır hale gelecektir.

“Sanayileşmedeki gelişme olumsuz bir şekilde etkilenecek, yatırımlar duracak, yabancı sermaye girişi önemli ölçüde azalacak, hatta mevcutlar ve yerli sermaye daha olumlu ortamlarda yatırım yapmaya yönelecektir.

“Mahkemelerce hükmedilecek tazminatlar, esasen ekonomik zorluklar nedeniyle işçi çıkarma durumunda kalan işletmelerin tamamen tasfiyesine yol açacaktır.

“Çalışma barışı bozulacak, işyerlerinde devamlı gerginlik yaşanacaktır.

“İşsizlik artacak, istihdam imkanları daralacaktır.

“Kaçak işçiliğe sebebiyet verilecektir.

“İşçi çıkarma konusunu ihbar tazminatı, kıdem tazminatı ve işsizlik sigortası ile birlikte ele almaksızın yapılacak düzenlemeler haksızlığa ve mükerrerliğe yol açacaktır.” (TİSK, İş Güvencesi Yasa Taslağına İlişkin Görüşlerimiz, s.24)

Eleştiri ve öneriler dikkate alınarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nca hazırlanan ve 20 Nisan 1992 tarihinde kamuoyuna açıklanan ve taraflara gönderilen ikinci taslakta, 1475 sayılı İş Yasasının 13. maddesinin II. bendinin aşağıdaki biçimde değiştirilmesi öngörülüyordu (1475 Sayılı İş Kanunu ile 2821 Sayılı Sendikalar Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine İlişkin Yasa Tasarısı, Ankara, 1992, çoğaltma):

“II/A) İşveren fesih için işçinin kişiliğinden, davranışlarından ya da işyeri gereklerinden kaynaklanan haklı bir sebebe dayanmak zorundadır.

“İşyeri gereklerine dayandırılan fesihlerde, işçinin aynı işyerinin bir başka kısmında veya aynı işletmeye bağlı başka bir işyerinde çalıştırılması olanağının bulunması ya da işçinin değişik iş şartları ile çalışmaya devam etmesi mümkün olup işçinin de bunu kabul etmesi durumunda, fesih haksız sayılır.

“İşveren fesih bildirimini yazılı olarak yapmak ve fesih sebebini açık ve kesin bir şekilde belirtmek zorundadır.

“B) İşçi veya talebi üzerine üyesi olduğu sendika fesih bildiriminde sebep gösterilmediğini veya gösterilen sebebin haklı olmadığını önü sürerek iş mahkemesine başvurabilir.

“Bu başvuru fesih bildiriminin tebliği tarihinden itibaren bir ay içinde yapılmalıdır.

“Feshin haklı bir sebebe dayandığını ispat yükümü işverene aittir.

“Dava seri muhakeme usulüne göre iki ay içinde sonuçlandırılır. Duruşma sonunda verilecek karar temyiz edildiği takdirde Yargıtayca bir ay içinde kesin olarak karara bağlanır.

“Mahkemece feshin haksız olduğu tespit edildiğinde, hizmet akdinin yeniden kurulmasına ve işçinin işe iadesine karar verilir. İşçinin çalıştırılmadığı süre içerisinde doğmuş bulunan ücret ve diğer hakları saklıdır. Bildirim süresine ait ücret işçiye peşin ödenmiş ise, bu tutar yapılacak ödemeden mahsup edilir.

“Mahkeme, hizmet akdinin yeniden kurulmasının taraflar bakımından beklenemez olduğu kanaatine varırsa, hizmet akdinin yeniden kurularak işçinin işe iade edilmesi kararı yerine, işçinin en az altı ve en çok oniki aylık ücreti tutarında bir tazminata hükmeder. Bu halde akit mahkeme kararı ile sona ermiş sayılır ve bu madde anlamında haklı feshin sonuçlarını doğurur.

“Mahkemenin işe iadeye karar vermesi halinde, işveren bir ay içinde işçiyi işe başlatmaz ise, işçinin bir yıllık ücreti tutarında bir tazminat ödemekle yükümlü olur.

“C) İşe iade kararı verilen işçi kararın tebliğinden itibaren altı işgünü içinde işe başlamak zorundadır.

“İşçi bu süre içinde işe başlamazsa, işverence yapılmış bulunan fesih bu madde anlamında haklı sayılır ve işveren sadece bunun hukuki sonuçları ile sorumlu olur.

“D) İşçinin kanun ve sözleşmelerden doğan hakları saklıdır.”

Bu yeni düzenleme ile, mahkemenin işe iade kararına karşın işverenin direnmesi olanaklı kılındı.

1475 sayılı İş Yasasının 24. maddesine ilişkin değişiklik taslağında da değişiklik yapılarak, dünyanın çok az ülkesinde bulunan ön izin uygulaması kaldırıldı. Maddenin ilk fıkrası şu biçimi aldı:

“İşveren, ekonomik, teknik, yapısal ve benzeri işyeri gerekleri sonucu topluca veya dört haftalık süre içinde aralıklı olarak ondan az olmamak üzere işyerindeki işçi sayısının onda biri veya daha fazla işçiyi işten çıkarmak istediğinde, toplu işçi çıkarmanın gerekçeleri ve çıkarılacak işçilerle ilgili tüm bilgileri yazılı olarak bildirmek zorundadır. Durum işyerinde ayrıca ilan edilir.”

TİSK’in oluşturduğu bir teknik heyet bu taslağı da eleştiren bir rapor hazırladı ve bu rapor TİSK Yönetim Kurulu tarafından 5 Mayıs 1992 günü onaylandı. Bu raporda şu değerlendirme yer alıyordu:

“Komisyon, her şeyden önce Türkiye’deki çalışma mevzuatının işten çıkarmalara karşı işçileri Batı ülkelerinin çoğundan daha fazla koruyucu hükümler ihtiva etmekte olduğunu; eksiklik olarak gösterilen hususlara karşılık Batı’da uygulanmaya işçi lehine pek çok hak ve müessesenin mevzuatımızda yer aldığını; tasarının dayandığı keyfî işçi çıkarılmasının gerekçesinin gerçekçi olmadığını; Batı’daki tüm ülkelerde uygulanıyormuşçasına belirtilen işe iade kavramının aslında getirilmek istenen şekliyle hiçbir Avrupa ülkesinde yer almadığını; bu nedenlerle taslağın konfederasyonun, üye sendikaların ve tüm işveren camiasının haklı tepkilerine yol açtığını bir kere daha belirtmekte yarar bulunduğunu kaydetti.

“Komisyonun ikinci temel görüşü işçi çıkarma konusunun ihbar ve kıdem tazminatı ile işsizlik sigortasından asla ayrı düşünülemeyeceği; bu müesseselerin uygulanmasını sağlayan İş Mahkemeleri Kanunu’nun ile İİBK Kanunuyla birlikte ele alınmasının zorunlu olduğudur.

“Komisyon bu üç kanunun birlikte ele alınması halinde nasıl bir alternatif yaklaşım olabilirliği üzerinde durarak bir model geliştirmeye çalıştı. Bu modeli geliştirirken Batılı ülke örnekleri ve taslağa ilişkin olarak bugüne kadar yapılan eleştirilen göz önünde tutulmuştur.” (Baydur,2004;50)

TİSK, bu taslağa ilişkin görüşlerinin yer aldığı bir kitapçık yayımladı: İş Güvencesi Yasa Taslağına İlişkin Görüşlerimiz II (Yay.No.114, Ankara, 1992, 20 s.) TİSK’in kitapçığında taslaklara ilişkin eleştiriler şu şekilde özetleniyordu:

“Eski taslakla ilgili eleştirilerin dikkate alınarak hazırlandığı ifade edilen yeni taslağın, iş güvencesi konusunda tepkileri ve tenkitleri giderici olmak yerine daha da ileri ve ağırlaştırıcı düzenlemeleri kapsadığı gözlenmiştir.” (İş Güvencesi Yasa Taslağına İlişkin Görüşlerimiz II, s.7)

“Görüldüğü üzere ne ilk taslak ne de yapıldığı söylenilen değişiklikler, iş aleminin belirttiği sorunlarına cevap verecek nitelik ve yapıda değildir. Hatta değişikliklerin pek çok konuda ilk tasarıyı daha da ağırlaştırdığı görülmektedir.

“Temel amacı, işçi çıkarmayı imkansız kılacak ölçüde güçleştirmek olan ve çıkarma halinde de çok yüksek tazminat ödenmesini öngören bu yasa taslağı, özel sektör girişimciliğini önemli ölçüde sekteye uğratacaktır. Hatta mevcut işçilerin işlerini de tehdit eden niteliktedir.

“(1) Yerli ve yabancı sermayeyi ürkütecek, bu durum yatırımcıyı caydıracak, bu sonuç kalkınma hamlemize darbe vuracaktır.

“(2) İstihdam yaratılamayacak, hatta mevcut işçilerin işlerini kaybetmesi söz konusu olabilecektir.

“(3) Tasarı işsizliği önlemekten çok işsizliği artıracaktır.

“(4) İşgücü maliyetleri yükselecek, dış rekabet şartları aleyhimize gelişecektir.

“(5) İşyerleri üretim sorunlarından çok, işçi ve mahkemelerle uğraşır hale gelecektir.

“(6) İşletmeler KİT’leşerek verim düşecek, pahalılık artacak ve bunun faturasını da tüm toplum ödeyecektir. En küçük işyerleri bile bu kanunun kapsamında olacak ve yarının sanayicisinin yetişmesi önlenecektir.

“(7) İş güvencesinde bugüne kadar önemli yeri olan fakat unutulmuş görülen kıdem tazminatının üzerine işletmeleri çökertecek boyutta yeni tazminatlar ödenecektir.

“(8) Ekonomideki olumlu gelişme, olumsuza dönüşecektir.

“(9) İş mahkemelerinin yükü daha da artacak, bundan sadece dava tarafları değil, adalet sistemi yara alacaktır.

“Konfederasyonumuz; Ülkemiz ve Türk Sanayii açısından yukarıda belirtilen olumsuz tablo ile karşılaşmamak bakımından taslağın bu şekliyle yasalaşmayacağı inancındadır.

“Bize göre iş güvencesi konusu, işsizlik sigortası, kıdem tazminatı ve iş mahkemelerinin yeniden organizasyonu konularından ayrı düşünülemez ve bunlardan önce tek başına gündeme getirilemez. Konuyu böyle bir bütünlük anlayışı içinde ele almadıkça da, getirilecek çözüm, çare olmayacak, ancak sorun yaratacaktır.” (TİSK, İş Güvencesi Yasa Taslağına İlişkin Görüşlerimiz II, s.19-20)

6 Mayıs 1992 günü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda tarafların katılımıyla gerçekleştirilen toplantıda TİSK Başkanı Refik Baydur bir konuşma yaptı ve şu görüşü belirtti: “Koalisyon protokolünde yer almayan, aksine SHP’nin seçim bildirgesinde yer alan bir konu, koalisyon hükümetine mal edilmek istenmektedir.”

Bu toplantıda bir anlaşma sağlanamaması üzerine, 7 Mayıs günü, Sakıp Sabancı, Rahmi Koç, Feyyaz Berker, Üzeyir Garih, Aydın Bolak, Bülent Eczacıbaşı, Uğur Ekşioğlu, Hasan Güleşçi, Burhan Karaçam, Memduh Hacıoğlu, Rona Yırcalı ve Yalım Erez’in katılımıyla bir toplantı yapıldı. Toplantıya katılanlar TİSK’in çalışmalarını destekledi. (Baydur,2004;59, 69)

TİSK, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından hazırlanan ikinci taslak aleyhinde çok geniş bir işveren cephesi oluşturdu.

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), TİSK, Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) ve Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nden (TZOB) oluşan Hür Teşebbüs Konseyi 16 Mayıs 1992 günü yaptığı toplantı sonrasındaki açıklamasında iş güvencesi taslağına tümüyle karşı çıktı. Açıklamanın bazı bölümleri aşağıda sunulmaktadır:

“Hür Teşebbüs Konseyi olarak bizim kesin kanaatimiz, bu taslağın esas amacına hizmet etmeyeceği ve işçilerimizin çıkarına olmayacağıdır. Çünkü bu taslak gerçekleşirse, yürürlüğe girmeden önce kısa vadede çok sayıda işçinin işini kaybetmesine, yeni istihdam yaratma projelerinden vazgeçilmesine, yeni yatırımlarda işgücü yoğun projelerin iptal edilmesine ve giderek sermaye yoğun teknolojilere kayılmasına, kaçak işçi ve geçici işçi kullanma eğiliminin artmasına, işçi tasarrufu sağlayıcı tedbirlere ağırlık ve öncelik verilmesine, kısaca istihdam imkanlarının önemli ölçüde daralmasına neden olacaktır. (…)

“Hür Teşebbüs Konseyi olarak iş güvencesi yasa taslağının dayandığı tüm varsayımların ve gerçeklerin yanlış, yanıltıcı ve gerçekdışı olduğunun da Türk kamuoyu tarafından bilinmesinde büyük yarar görüyoruz.” (Baydur,2004;71-72)

TİSK’in bu çabaları devam ederken, Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki Koalisyon Hükümeti, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 7 Sözleşmesi’nin onaylanması için Bakanlar Kurulu’na yetki veren kanun tasarılarını TBMM’ye sundu.

25 ve 26 Kasım 1992 günleri TBMM Genel Kurulu’nda yapılan görüşmeler sonucunda, ILO’nun 59, 87, 135, 142, 144, 151 ve 158 sayılı Sözleşmelerinin onaylanması konusunda Bakanlar Kurulu’na yetki verilmesine ilişkin kanunlar kabul edildi. 158 sayılı ILO Sözleşmesi’nin 25 Kasım 1992 günü yapılan görüşmesinde genel kuruldaki oylamaya 199 milletvekili katıldı. 198 milletvekili kanunun lehinde oy kullandı. Bir oy geçersiz sayıldı. Kanun tasarısını reddeden veya bu konuda çekimser kalan milletvekili olmadı. 251 milletvekili oylamaya katılmadı.

Ancak bu süreçte TİSK devreye girdi ve TİSK Yönetim Kurulu Başkanı Refik Baydur, önce Başbakan Süleyman Demirel ve ardından Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile görüştü ve Turgut Özal’ın 158 sayılı ILO Sözleşmesi’ne ilişkin kanunun yeniden görüşülmek üzere 13 Aralık 1992 tarihinde TBMM Başkanlığı’na geri gönderilmesini sağladı. Diğer 6 Sözleşme ise Bakanlar Kurulu’nun 8.1.1993 gün ve 93/3967 sayılı kararıyla (Resmi Gazete, 25.2.1993) onaylandı. Bu Sözleşmelerin ILO Genel Müdürlüğü’nde tescil işlemleri ise ancak 12.7.1993 tarihinde gerçekleştirildi. Türkiye’nin bu Sözleşmeleri uygulama yükümlülüğü bu tarihte başladı ve ILO yetkili organlarının denetim süreci de bir yıl sonra devreye girdi.

Refik Baydur, 158 sayılı ILO Sözleşmesi’ne ilişkin kanunun Turgut Özal tarafından TBMM Başkanlığı’na iade edilmesi sürecini şöyle anlatmaktadır:

“TBMM’ye sunulan 158 sayılı ILO Sözleşmesi’nin Meclis’teki görüşmeleri sırasında istifaya kadar uzanan tartışmalarla oldukça sıkıntılı anlar geçiren Mehmet Moğultay nihayet yedi ILO Sözleşmesi arasında 158 sayılı Sözleşme’yi de Meclis komisyonlarına sunmayı ve oralardan geçirmeyi başarmıştı.

“Tasarının Meclis komisyonuna sevk edildiğinin ertesi günü Süleyman Demirel’den randevu isteyerek Ankara’ya gittim.

“Başbakan Demirel her zamanki gibi beni güler yüzle karşıladı ve karşısına oturtarak hemen söze başladı: ‘Bak Refik Bey, bana niçin geldiğini biliyorum. Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Sen başından beri ortaya koyduğun iddialarında haklısın. Ama bu iş koalisyonun dağılmasına kadar uzanır. Bu kanun bugün yarın yeniden ele alınmaz, ancak bizim iktidarımız döneminde ele alınmak zorunluluğu olsa dahi senin haklı isteklerini ve işverenlere zarar vermeyecek bir tasarıyı gündeme getireceğimize inanmanı ve bana itimat etmeni rica ediyorum,’ dedi.

“Bu olay 1992’nin Kası ayı sonlarında olmuş ve konuşmamız da olaydan birkaç gün önce gerçekleşmişti.

“Ben kendisine, ‘Bu sözleşme bir fantezi ve işveren düşmanı bir sosyalist bakanın eseridir. Bu bakan işçilere hitaben, ‘Ben sizin Bakanlar Kurulu’ndaki temsilcinizim’ diyecek kadar oturduğu koltuğun tarafsızlığını idrak edemeyen bir kişidir. Bir bakanın memleket sanayiine ve müteşebbisine vereceği zarar nasıl tasvip görür hayret ediyorum’ dedim.

“Başbakan bana yatırımda böyle bir zarara imkan vermeyeceklerinden söz etti. Demirel belki de bütün söylediklerinde samimiydi. Ancak olayın düşündüğü gibi seyredeceğini hiç zannetmiyordum.

“Ben, ‘Sayın Başbakanım, söylediklerinizi, sıkıntılarınızı kabul ediyorum. Ancak sizden sonra gelecek birisi aynı Moğultay gibi hareket ederse ne olacak?’ dediğimde Başbakan, ‘Devlet yönetiminde bazı şeylere mecbur oluruz’ dedi. Anladığım kadarıyla Demirel’i yalnız Moğultay değil, Erdal İnönü de koalisyonu bozmakla tehdit ediyordu.

“İzin alıp çıktım. Hemen Turgut Özal’dan randevu istedim. Ertesi gün Özal’a olayı bütün ayrıntılarıyla anlatarak bir de özet dosya verdim.

“Özal TBMM’ye gönderdiği veto gerekçesinde bu Sözleşmenin işsizliği artıracağını, işverene getirdiği külfetler nedeniyle yatırımları güçleştireceğini ve yabancı sermayeyi tereddüde yönelteceğini öne sürerek şunları söylüyordu: ‘Henüz Avrupa ülkelerinde dahi itibar görmemiş böyle bir sözleşmenin onaylanması, ülkemizi gereksiz şekilde taahhüt altına sokacak. Bu Sözleşme 2 Haziran 1982’de kabul edilmesine rağmen AT ülkelerinden sadece Fransa ve İspanya, Avrupa ülkelerinden ise yalnız İsveç tarafından onaylandı. Sözleşmeyi onaylayan diğer ülkeler ise ekonomileri zaten tarıma dayalı ve İLO’dan teknik yardım alan Nijerya, Uganda, Zaire, Zambiya, Kamerun, Gabon, Malavi, Etyopya, Venezuela, Kuzey Yemen gibi geri kalmış Afrika ülkeleridir.’

“Özel ayrıca devletin işçi-işveren arasında dengeleyici fonksiyona sahip olmasını öneriyordu.

“Bütün bunlara rağmen Meclis her zaman olduğu gibi başkanların talimatına uyarak, yasayı hiç değiştirmeden aynın Cumhurbaşkanı’na tasdike gönderiyordu. İşte bu koalisyonun kısa ömrüne rağmen sanayinin başına getirdiği yük ve yüke destek veren yüce Meclis.

“Moğultay bu vetoyu değerlendirirken, ‘Sayın Özal geçmişteki MESS başkanlığı sıfatını maalesef cumhurbaşkanlığı döneminde de unutmuş değildir. Sayın Özal’ın vetosu ulus iradesine karşı çıkışın yeni bir örneğidir. Veto gerekçesinin hiçbir tutarlı tarafı yoktur,’ diyordu.

“İfade Moğultay’a çok yakışıyor ve bu konuda düştüğü sıkıntıyı açıkça ortaya koyuyordu. Çünkü işveren kanadı böyle bir sorumluluk altına girmeyi ve bu Sözleşmenin imzalanmasını siyasi kapris haline getirmeyi kabul edemiyor ve çağdaş gelişmelere paralel önerilerde bulunuyordu.

“Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz bu vetoyu, ‘parlamentoya güvensizlik’ olarak niteliyor ve Özal’ın MESS başkanlığı sıfatını ifade ediyordu.

“TÜSİAD Başkanı Bülent Eczacıbaşı vetoyu destekliyor, ‘Bu sözleşme Özal’ın dediği gibi ekonomileri tarıma dayalı bazı tarım ülkelerinin imzalamış olduğu bir sözleşmedir,’ diyordu.” (Baydur,2004;95-97)

 

TİSK’in 18. Olağan Genel Kurulu 12-13 Aralık 1992 tarihlerinde Ankara’da toplandı. Genel kurula sunulan çalışma raporunda iş güvencesi konusu aşağıdaki biçimde yer aldı:

 

“İş güvencesi yasa tasarısının yasalaşması, Türk sanayiinin gelişmesini önleyecek sonuçlar yaratır.(…)

“İş Kanunumuzun iş akdinin feshi ile ilgili hükümlerini kökünden değiştiren ve işçi çıkarmalarını Çalışma Bakanlığı’nın ve mahkemelerin iznine bağlayan, ayrıca çıkarılan işçilerin işe iadesini öngören bir sistemi getirmek isteyen bu tasarıya karşı olduğumuzu ve gerekçelerini bir kez daha vurgulamakta yarar olduğu görüşündeyiz.

“Önemle belirtmek gerekir ki, temel amacı, işçi çıkarmayı imkânsız kılacak ölçüde güçleştirmek olan ve çıkarma halinde de çok yüksek tazminat ödenmesini öngören bu yasa taslağı, özel sektör girişimciliğini önemli ölçüde sektere uğratacaktır. Hatta mevcut işçilerin işlerini de tehdit eden niteliktedir. Çünkü:

“İşverenlerin gücünü kırma amacına dönük, onları teşvik edici değil suçlayıcı özellikler taşıyan bu taslak, liberal ekonomi kurallarına ters, sosyalist ekonomilerde dahi uygulama gücü olmadığı görülerek terk edilen politikaların bir ürünüdür.

“Mevcut yasalarımızda iş güvencesi konusunda hiçbir düzenleme yokmuşçasına, işçileri işten çıkarmaya karşı koruma amacıyla hazırlandığının ileri sürülmesi son derece yanlıştır. Zira mevcut hükümler ve tazminatlarla batılı anlamda -hatta daha da fazlasıyla- iş güvencesi sağlanmıştır.

“Ülkemizde kıdem tazminatı müessesesi hak ediş şartları ve miktarı itibariyle hiçbir gelişmiş ülkede rastlanmayacak seviyededir. Bu nedenle, yeni bir teminata gerek görmek işçi çıkarmayı yasaklamaktan başka bir anlam taşımayacaktır.

“Taslak, ülkemizde kabul edilen serbest piyasa ekonomisi ve rekabet ilkeleri ile taban tabana zıt niteliktedir. Öngörülen düzenlemeler sadece iş hayatı ile değil, ülkenin temel tercihleriyle ve sosyal politika öncelikleriyle de bağdaşmamaktadır. (…)

“Tasarıya dayanak yapılmak istenen ILO’nun 158 sayılı Sözleşmesi işten çıkarılanlarla ilgili olarak üç alternatif önermekte olup mahkeme denetimini zorunlu kılmamaktadır. Esasen bu Sözleşmeyi sadece iki AT ülkesi onaylamıştır.

“Tasarıya göre hemen hemen işten çıkarılan bütün işçilerin işe iade veya yüksek tazminat kararı alabilmek için mahkemeye başvurmaları kaçınılmaz olacağından işverenler üretimden çok mahkeme kapılarında dolaşacaklardır. Diğer bir deyişle, işverenlerin işi sevk ve idare hakkı yok edilmekte, işletmeleri mahkemeler idare eder hale getirilmektedir. (…)

“Konfederasyonumuz, (…) ülkemiz ve Türk sanayii açısından sakıncalı bir duruma sebebiyet verilmemesi için tasarının yasalaşmayacağını inancını muhafaza etmektedir.” (TİSK, 18. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, 12-13 Aralık 1992, Yay.No.117, Ankara, 1992;17-18)

“Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından işçilere iş güvencesi sağlamak gerekçesiyle hazırlanan ve akdin feshine yargı denetimi getirmek isteyen yasa tasarısının yasalaşması, özel sektör girişimciliğini önemli ölçüde sekteye uğratacak, yerli ve yabancı sermayeyi ürküterek yatırımcıyı caydıracak ve istihdamın artırılmasını olumsuz yönde etkileyecektir. Gerçekten de, işçi sirkülasyonunun önlenmesi yeni işçi alımını engelleyecektir.” (TİSK,1992;59)

“Bu kanunla ‘çalışana iş güvencesi’ sloganı ‘önceden iş bulmuş olana çalışmasa da güvence’ şekline dönüşmüştür.” (TİSK,1992;93)

“Hemen işaret etmek isteriz ki, Kanun Tasarısının en önemli yönünü teşkil eden işverenin tazminatlı işçi çıkarabilme imkanını, hatta işyerini kapatma hakkını ortadan kaldırabilecek nitelik taşıyan yeni düzenlemeyi, Türk ekonomisi ve çalışma hayatının bugünkü şartlarda içine sindirebilmesi mümkün değildir. Tasarıya hakim olan yasakçı ve izne bağlı işveren tasarrufları düşüncesini, serbest piyasa ekonomisi sisteminin uygulandığı Türk sanayiinin geleceği açısından da tehlikeli görmekteyiz. Ziya tasarı yasalaştığı takdirde, serbest Pazar ekonomisinin gerektirdiği esneklik ve süratten uzak kalınacağı ve Türk ekonomisinin kısa zaman rekabet gücünü yitireceği ve teşebbüs ruhunun bütünüyle kaybolacağı kuşkusuzdur. (…)

“Tasarının ‘iş güvencesini hakim denetimine bağlama’ gerekçesine dayandırılması yanlıştır ve duygusaldır. Hakimlerin işyerinin ekonomik durumuyla ilgileri yoktur ve işletmeyi yönetemezler. İşletmenin kârı veya zararı ile ilgisi olmayan kişi veya kurumların, işletme ekonomisine doğrudan etki yapacak kararlar alması ve bununla yetkili kılınması, ne özel sektör anlayışıyla, ne girişimcilik ve yatırım düşüncesiyle, ne de alınacak kararların sorumluluğuna ortak olma ilkesiyle bağdaşabilir. İşletmecilik bilgi ve deneyimi olmayan hangi hakim işçi çıkarılmasına ‘evet’ diyebilir? Hangi hakim, aldığı kararın yaratacağı ekonomik yıkımın sonuçlarına ortaktır ve bunu hissedebilir?” (TİSK,1992;93-94)

“Taslağa Neden Karşıyız?

“Herşeyden önce taslağın, mevcut yasalarımızda işten çıkarmaya karşı hukuki deyimi ile ‘feshe’ karşı işçileri koruma konusunda sanki hiç düzenleme yokmuş gibi işçileri işten çıkarmaya karşı koruma amacıyla hazırlandığının ileri sürülmesi son derece yanlıştır. Zira yürürlükteki yasalarımızda bu hususta hükümler vardır. Nitekim taslakta değiştirilmesi öngörülen İş Kanunun 13, 17 ve 24. maddeleri ile Sendikalar Kanununun 29, 30 ve 31. maddeleri halen işçileri feshe karşı koruyan hükümlerdir. Taslak mevcut korumayı gözardı ederek iş güvencesi müessesesini dejenere etmektedir. Öncelikle Türk hukukunda mevcut ‘kıdem tazminatı’ müessesesinin bir yönü ile de iş güvencesi karşılığı olduğunu unutmamak gerekir. Yeni taslağın takdim yazısında, ‘işçi ve işverenlerin karşılıklı çıkarlarını dengelemek, hakkaniyet ve adalet anlayışına uygun bir sistemin oluşturulması yonula gidilmiş’ olduğu ifade edilmiş; taslağın genel gerekçesinde ‘işçinin feshe karşı korunması kavramı ile amaçlanan işçinin işine yalnızca keyfi olarak son verebilme olanağının kaldırılması ve sınırlandırılmasıdır’ görüşüne yer verilmiştir.

“Böyle bir temel fikirle işçileri feshe karşı koruyacak bir kanun taslağı hazırlandığı ileri sürülmekte ise de, taslakta yer alan hükümlerde bu amaçtan öteye gidilmiş, kurulmak istendiği ifade edilen sosyal dengeyi bozacak çözümlere yer verilmiştir. Bunun taslağın hazırlanmasındaki amaçla bağdaşması mümkün değildir.

“Taslağın bugüne kadar dayandırıldığı temel iddia ve görüşler de tek tek incelendiğinde ya noksan ya da yanlış hususlardan oluştuğu görülmektedir.” (TİSK,1992;95)

Refik Baydur’un ve TİSK’in çabalarıyla iş güvencesi yasa taslakları konusunda oluşturulan geniş cephe etkili oldu. İşverenlerin tepkisi karşısında, ikinci taslak da yasalaşamadı. 158 sayılı ILO Sözleşmesi’nin Türkiye tarafından onaylanması ve Türkiye’de iş güvencesi konusunda bir düzenleme getirilebilmesi ancak daha sonraki yıllarda gerçekleşebildi. 158 sayılı Sözleşme’nin onaylanması konusunda Bakanlar Kurulu’na yetki veren 3999 sayılı Kanun 9 Haziran 1994 tarihinde kabul edildi ve 18 Haziran 1994 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. Bakanlar Kurulu, bu kanuna dayanarak, 158 sayılı Sözleşmeyi 10 Ağustos 1994 tarihinde onayladı ve bu karar 12 Ekim 1994 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. ILO Genel Müdürlüğü’ne 158 sayılı Sözleşme’nin onayına ilişkin bildirim 4 Ocak 1995 tarihinde yapıldı ve onay resmiyet kazandı. İş güvencesine ilişkin 4773 sayılı Kanun 9 Ağustos 2002 tarihinde kabul edildi ve aynı gün Resmi Gazete’de yayımlandı. Ancak bu Kanun “15 Mart 2003 tarihinden geçerli olmak üzere yayımı tarihinde yürürlüğe” girdi.

DİĞER HABERLER
FAİZ İNDİRİMİ İÇİN ARALIK AYI YORUMU NE KADAR DOĞRU?
FAİZ İNDİRİMİ İÇİN ARALIK AYI YORUMU NE KADAR DOĞRU?

Merkez Bankası politika faizini yüzde 50’de sabit tutmakla birlikte Para Politikası Kurulu metninde önceki metinlere göre epeyce bir değişiklik yaptı. Merkez Bankası’nın açıklamasındaki değişiklikler ağırlıklı olarak faiz indirimi için aralık ayına işaret edildiği şeklinde yorumlandı.

LİPTON FABRİKASINDA ÜYE EĞİTİMLERİ GERÇEKLEŞTİRİLDİ
LİPTON FABRİKASINDA ÜYE EĞİTİMLERİ GERÇEKLEŞTİRİLDİ

20-21 Kasım 2024 tarihlerinde, Fındıklı ve Ardeşen’deki Lipton Çay Üretim Fabrikalarında çalışan üyelerimize yönelik eğitim programı düzenlendi. Programın açılışı, Genel Eğitim Sekreterimiz Engin Öz ve Dosan Şube Başkanı Mustafa Yüksel tarafından gerçekleştirildi.

ÜCRETLER NİYE Mİ ÖNGÖRÜLEN ENFLASYONA ENDEKSLENEMEZ?
ÜCRETLER NİYE Mİ ÖNGÖRÜLEN ENFLASYONA ENDEKSLENEMEZ?

Yıl sonuna yaklaştıkça giderek daha çok tartışılan bir konu var. “Ücretler gelecek dönem için öngörülen enflasyona endekslenerek mi belirlense, yoksa geride kalan dönemin enflasyonu dikkate alınarak mı?”

“ASGARİ” İNSANCA OLMALI
“ASGARİ” İNSANCA OLMALI

Türk-İş, DİSK ve Hak-İş başkanları, emekçilerin temel hak ve taleplerini Meclis’e taşıdı.