Emeğin Gücü, Emekçinin Yanındayız...
TEKGIDA-İŞ SENDİKASI
TEKGIDA-İŞ SENDİKASI
ATAKEY
FELDA IFFCO
PERFETTİ VAN MELLE
KRAFT HEİNZ
SAFE SPİCE
SAGRA
İZTARIM
DOĞANAY
KESKİNOĞLU
BARRY CALLEBAUT
BEL KARPER
Cargill
Doğadan
Tarım Kredi Birlik
Bolez Piliç
Badem Su
İzmir Su
Elmacık Atasu
Sek_Süt
Yudum_Yag
ORYANTAL TÜTÜN PAKETLEME
Olin_Yag
NuhunAnkaraMakarnasi
Nestle_Su
Pinar
Savola
Pepsi
Tuborg_Bira
Nestle cereals
Yepaş Ekmek
Yesaş
Mey
Nestle
Mauri_Maya
Lipton_Dosan
Mondelez
TtlTutun
TrakyaBirlik
Tat
Tamek
Sırma Su
Sunel
KristalYag
Knorr_Besan
Kent_Cadbury
Efes
ELİT Cikolata
Erikli_Su
Eti
Evyap
Ferrero
Filiz Makarna
Timtas
Kavaklıdere
ibb kent ekmek
Hayat Su
Haribo
Frito Lay
BAT
Barilla_Makarna
Banvit
Aroma
Ankara Fırınları
Akmina
Alpin Su
Bimbo QSR
Bolca Mantı
BUNGE YAĞ
Chipita Gıda Üretim A.Ş.
Coca Cola
Damla Su
Danone
Dr Oetker
Agthia
ATAKEY
FELDA IFFCO
PERFETTİ VAN MELLE
KRAFT HEİNZ
SAFE SPİCE
SAGRA
İZTARIM
DOĞANAY
KESKİNOĞLU
BARRY CALLEBAUT
BEL KARPER
Cargill
Doğadan
Tarım Kredi Birlik
Bolez Piliç
Badem Su
İzmir Su
Elmacık Atasu
Sek_Süt
Yudum_Yag
ORYANTAL TÜTÜN PAKETLEME
Olin_Yag
NuhunAnkaraMakarnasi
Nestle_Su
Pinar
Savola
Pepsi
Tuborg_Bira
Nestle cereals
Yepaş Ekmek
Yesaş
Mey
Nestle
Mauri_Maya
Lipton_Dosan
Mondelez
TtlTutun
TrakyaBirlik
Tat
Tamek
Sırma Su
Sunel
KristalYag
Knorr_Besan
Kent_Cadbury
Efes
ELİT Cikolata
Erikli_Su
Eti
Evyap
Ferrero
Filiz Makarna
Timtas
Kavaklıdere
ibb kent ekmek
Hayat Su
Haribo
Frito Lay
BAT
Barilla_Makarna
Banvit
Aroma
Ankara Fırınları
Akmina
Alpin Su
Bimbo QSR
Bolca Mantı
BUNGE YAĞ
Chipita Gıda Üretim A.Ş.
Coca Cola
Damla Su
Danone
Dr Oetker
Agthia
22 Nisan 2024
1993-1995 DÖNEMİNDE TİSK

Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın beklenmedik vefatı ve ardından Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığına seçilmesinden sonra oluşturulan 50. Cumhuriyet Hükümeti (I. Tansu Çiller Hükümeti) 25.6.1993-5.10.1995 tarihlerinde görev yaptı.

1993-1995 DÖNEMİNDE TİSK

TEKGIDA-İŞ SENDİKA AKADEMİSİ

Türkiye, 5.10.1995-30.10.1995 döneminde Tansu Çiller’in başbakanlığında 51. Hükümeti; 30.10.1995-6.3.1996 döneminde Tansu Çiller’in başbakanlığında 52. Hükümeti de yaşadı.

24 Aralık 1995 milletvekili genel seçimlerinde Refah Partisi yüzde 21,4, Anavatan Partisi yüzde 19,7, Doğru Yol Partisi yüzde 19,2, Demokratik Sol Parti yüzde 14,6, Cumhuriyet Halk Partisi de yüzde 10,7 oranında oy aldı. Milliyetçi Hareket Partisi yüzde 8,2 oranında oy alarak TBMM dışında kaldı.

Bu dönem Türkiye’yi karıştırmak isteyenler üç önemli eylem gerçekleştirdi.

2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli’nde kalan konuklara gerici bir grubun tahrikiyle geniş bir kitle saldırdı ve otel binasını ateşe verdi. Güvenlik güçleri gereken müdahaleyi zamanında yapmadı. 33 aydın ve 2 otel görevlisi öldürüldü. Aziz Nesin hayatını zor kurtardı.

5 Temmuz 1993 günü de Erzincan’a bağlı Başbağlar Köyü’ne saldıran PKK, 33 sivil köylüyü kurşuna dizdi.

12 Mart 1995 günü İstanbul’da Alevilerin çoğunlukta olduğu Gazi Mahallesi’nde bir kahve silahla tarandı ve ölenler oldu. Ardından çıkan olaylar 15 Mart gününe kadar devam etti ve olaylarda 22 kişi hayatını kaybetti.

Türkiye ekonomisinin ikincil önemdeki krizlerinden biri de 1994 yılında yaşandı. Ekonomi 1993 yılında yüzde 8,1 oranında büyürken, 1994 yılında bir daralma yaşandı. Sabit fiyatlarla GSMH 1994 yılında yüzde 6,1 oranında azaldı. Sabit fiyatlarla kişi başına GSMH ise yüzde 7,8 oranında küçüldü.

Bu dönem yüksek oranlı enflasyon yıllarıydı. Ocak-Aralık döneminde 1991 yılında tüketici fiyatları yüzde 71,1 oranında artmışken, fiyat artış oranı 1992 yılında yüzde 66,0, 1993 yılında yüzde 71,1, 1994 yılında yüzde 125,5, 1995 yılında yüzde 76,0, 1996 yılında yüzde 79,8, 1997 yılında yüzde 99,1 ve 1998 yılında da yüzde 69,7 oldu.

1990 yılında 1 ABD doları 2608 TL’ye eşitti. Dolar kuru, 1991 yılında 4170 TL, 1992 yılında 6888 TL, 1993 yılında 10.986 TL ve 1994 yılında 29.704 TL oldu. Türk lirasının sürekli değer yitirmesi, enflasyonun en önemli nedeniydi.

Devlet bütçesi açıkları da önemli bir sorun oluşturdu. Bütçe açığı 1990 yılında 11,8 trilyon TL iken, 1991 yılında 33,3 trilyon TL, 1992 yılında 47,3 trilyon TL, 1993 yılında 133,1 trilyon TL, 1994 yılında 150,8 trilyon TL olarak gerçekleşti. Daha sonraki yıllarda da katlanarak arttı. Devletin giderlerinin artmasında enflasyon olduğu kadar, kamu kesiminde bağıtlanan toplu iş sözleşmeleriyle işgücü maliyetinin ciddi biçimde artmış olması da önemli rol oynadı.

1994 yılında ekonomik kriz yaşanınca, hükümet 5 Nisan İstikrar Programını gündeme getirdi. İşçiler ve memurlar 5 Nisan istikrar programına tepki gösterdiler.

Bu dönemde TİSK Yönetim Kurulu Başkanı Refik Baydur idi. Refik Baydur, daha önceki TİSK başkanı Halit Narin’den çok farklı bir çizgi izledi. Halit Narin, işçilerin ve sendikacıların gözünde, “20 yıldır biz ağladık, onlar güldü” (Cumhuriyet,23.2.1983) sözleriyle hatırlanıyordu.

Refik Baydur ise, görüş ve düşüncelerini açıkça dile getiren, sözünü sakınmayan, sözüne güvenilen, dürüst, sorunları diyalog yoluyla çözmeye çalışan, insan ilişkilerinde son derece özenli bir kişi olarak sendikacıların gözünde önemli bir saygınlığa sahipti. Türkiye’de işçi-işveren ilişkileri, Türkiye ekonomisinin büyük sıkıntılar yaşadığı fırtınalı bir dönemde, Refik Baydur’un da büyük katkılarıyla, gereksiz sertleşmeler yaşanmadan gelişti. Refik Baydur’un Atatürk ilke ve inkılaplarına ve milli birliğe olan bağlılığı ve laik cumhuriyetin korunmasına verdiği büyük önem de bu süreçte etkili oldu.

Refik Baydur’a duyulan saygının nedenlerinden biri, sendikalara karşı haksız bir müdahale karşısında dönemin başbakanına karşı çıkabilmesiydi. 1995 yılında Türk-İş’e bağlı sendikaların uyguladıkları büyük grev sırasında Başbakan Tansu Çiller, Ekonomik ve Sosyal Konsey’de Türk-İş aleyhinde bir karar almaya çalıştığında, TİSK Başkanı Refik Baydur bu girişimi engelledi. Refik Baydur, bu süreci şöyle anlatmaktadır:

“11 Ekim 1995 günü Başbakan Tansu Çiller’in çağrısı ile Ekonomik ve Sosyal Konsey Ankara’da toplandı. Ancak gündeme Türkiye’nin problemlerinden birini almıştı. Türk-İş grevi.

“Türk-İş birkaç aydır devam eden anlaşmazlık dolayısıyla 7 Eylül 1995’ten itibaren peyderpey kademeli olarak greve çıkıyordu. Açılış konuşmasında Çiller, Ekonomik ve Sosyal Konsey’in bir uzlaşma platformu olduğunu vurguluyordu. Çiller, Konsey’i bir aile meclisine benzeterek buradan uzlaşma ile çıkılmasını söyledi ve oturum başkanlığını Devlet Bakanı Necmettin Cevheri’ye devrederek toplantıdan ayrıldı.

“Toplantıya yedi bakan, müsteşarlar, ilgili bürokratlar, TİSK, TOBB, TESK, TZOB, YÖK Başkanı veya temsilcileri katılıyordu.

“Başbakanla TİSK Başkanı Refik Baydur arasındaki koltuk boştu. Bu koltuk Türk-İş Başkanı Bayram Meral’e aitti.

“Konuşmaların seyri Meral’i ve Türk-İş’i suçluyordu. Saat 15.30’da başlayan Konsey’in, Türk-İş’i suçlayan bir deklarasyonun 19.00 ajansına yetiştirilmesi isteniyordu. Birkaç konuşmadan sonra Baydur, söz alarak, ‘Bu suçlayıcı konuşmalara katılmıyorum. Başbakanlık sıfır zamla başlamış, sıkıştıkça artırarak greve kapı açmıştır. Ben böyle haksız suçlamalara imza atmam’ derken, hemen arkadan TOBB Başkanı Yalım Erez, Baydur’u desteklemiş ve onu Devlet Bakanı Bekir Sami Daçe izlemiştir. Böylece bildiriden vazgeçilmişti. Sonradan olay çok yüksek bir ücret zammıyla bitmiş ama Türk-İş ile TİSK çok sağlam bir inançla yola devam etmişlerdir.” (Refik Baydur, Türk Sendikacılığı, İşçi ve İşveren, Sinemis Yay., Ankara, 2008;195-196) (Olayın daha ayrıntılı anlatımı için bkz. Refik Baydur, Anılar ve Öneriler, Sinemis Yay., Ankara, 2008;198-199; Refik Baydur, Zirvede 15 Yıl, Sinemis Yay., Ankara, 2006;168-172)

Refik Baydur’un Türkiye’de işçi-işveren ilişkilerindeki önemi, Tekgıda-İş Sendika Akademisi’nin önce haftalarda yayımlanan “Sivil İnisiyatif” veya “Beşli Girişim” raporlarında da görülebilir.

Bu yıllarda Güneydoğu Anadolu’da bölücü terör örgütünün faaliyetleri yoğunlaşmıştı. TİSK, terör eylemlerine kesin biçimde karşı çıktı. Refik Baydur “6 Kasım 1993 günü bir basın toplantısı yaparak, Güneydoğu’da kanlı eylemleri artıran terör örgütlerine karşı milletçe harekete geçmemizin ve devlete her türlü katkıyı yapmamızın gerekli olduğunu açıkladık.” (Refik Baydur, Zirvede 15 Yıl, Sinemis Yay.,Ankara,2006;112)

TİSK 14 Aralık 1993 günü de Ankara’da “Doğu ve Güneydoğu Sorununun Sosyo-Ekonomik Etkileri ve Öneriler” konulu bir toplantı düzenledi. Toplantı, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in konuşmasıyla başladı. Ardından da TİSK Yönetim Kurulu Başkanı Refik Baydur bir konuşma yaptı. Konuşmanın bazı bölümleri aşağıda sunulmaktadır:

“Cumhuriyetimizin 70. Yılında ülkemizin özellikle Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde yaşanan kanlı terör eylemleri maalesef siyasi, ekonomik ve askeri yönleriyle ve belki de onlardan daha önemlisi kamu vicdanında açtığı çok derin yaralarla bir numaralı ve dolayısıyla acilen çözmemiz gereken sorunumuz haline gelmiştir. Bu topraklar üzerinde yaşayan tüm insanların ırk, din, dil farkı gözedilmeksizin eşitliği ve birinci sınıf vatandaşlığı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün böyle bir hıyanet çetesi tarafından taciz ve mutazarrır edilebilmesi çok düşündürücüdür ve şüphesiz dünyadaki tüm Türk düşmanlarının bir ortak ürünüdür. (…)

“Bu vatan hepimizindir. Onun ülkesi ve milletiyle bölünmezliği uğruna her şeyi göze alacak ve yapacağız. Yapılacak işler arasında elbette ilerde bir gün yine aynı sorunla karşılaşmamak için, bunan hangi sebeplerden kaynaklandığının araştırılması ve bu sebeplerin ortadan kaldırılması için tedbirler düşünülmesi de hepimizin görevi olacaktır. Bu tedbirleri şüphesiz askeri tedbirlerden ayırmak gerekir. Askeri tedbirler eşkıyaya ve onun edilmesine yöneliktir. Özellikle idari, ekonomik ve sosyal boyutlu diğer tedbirler ise bizimle bin yıllık beraber yaşamış, bizimle aynı kederi paylaşmış ve bu vatanı korumak için gözünü kırpmadan canını tehlikeye atmış sevgili yöre halkına yönelik olacaktır.” (TİSK, Güneydoğu Sorunu ile İlgili Görüşler, Yay.No.132, Ankara, 1993;16-17)

1992 yılında Türkiye’nin iş güvencesine ilişkin 158 sayılı ILO Sözleşmesi’ni onaylaması, TİSK Başkanı Refik Baydur’un çabaları sonucunda engellenmişti. TBMM 25 Kasım 1992 günü 158 sayılı ILO Sözleşmesi’nin Bakanlar Kurulu tarafından onaylanmasının uygun görüldüğüne ilişkin bir kanun kabul etmişti; ancak bu kanun, Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından yeniden görüşülmek üzere TBMM Başkanlığı’na iade edilmişti. Ancak 158 sayılı Sözleşme 1994 yılında onaylandı. TBMM’nin yetki yasası 9.6.1994 tarihinde kabul edildi. Bu Yasa 18.6.1994 tarihli Resmi Gazete ’de yayımlandı. Bakanlar Kurulu, yetki yasasına dayanarak, Sözleşmeyi 10.8.1994 tarihinde onayladı. Bu karar 12.10.1994 tarihli Resmi Gazete ‘de yayımlandı. Onay işlemi, kararın Uluslararası Çalışma Bürosu’na 4 Ocak 1995 tarihinde tescil ettirilmesiyle tamamlandı. Türkiye’nin 158 sayılı Sözleşmeyi uygulamasına ilişkin denetim süreci de bir yıl sonra, 4 Ocak 1996 tarihinde başladı.

Bu dönemin önemli gelişmelerinden biri, Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’in öncülüğünde, yeni kurulan bazı kamu çalışanları sendikalarının ve meslek örgütlerinin katılımıyla, “Çalışanların Ortak Sesi Demokrasi Platformu”nun kurulması ve bazı ortak eylemleri gerçekleştirmesiydi. 10 Kasım 1993 günü Hak-İş Genel Merkezi’nde yapılan toplantıda Çalışanların Ortak Sesi Demokrasi Platformu’nun kurulması kararlaştırıldı. Türk-İş, Hak-İş, DİSK, TMMOB, TTB, TÜRMOB, Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu, Mülkiyeliler Birliği, Öğretim Üyeleri Derneği, Halkevleri, İnsan Hakları Derneği, Çağdaş Hukukçular Derneği, Ziraatçılar Derneği, İktisat Fakültesi Mezunları Derneği, Araştırma Görevlileri Derneği, Eğitim-İş ve Genel Sağlık-İş imzalı ve 11 Kasım tarihli açıklamada özelleştirme, yeni dünya düzeni, Terörle Mücadele Kanun Tasarısı ve zamlar eleştirilerek, “oluşturduğumuz Demokrasi Platformu, ülkemizin tüm çalışanlarının ortak sesi olacaktır, yapılacak çalışmaların organizasyonu, yürütümü için bir sekretarya oluşturulmuştur” deniliyordu. (Hak-İş Haber Bülteni, 11.11.1993)

DYP-SHP Koalisyon Hükümeti’nin işçiler lehine adımlarından biri, 10.1.1986 tarihinde yürürlüğe girerek yaşlılık aylığına hak kazanmayı çok zorlaştıran 3246 Sayılı Yasa’nın düzenlemelerini etkisiz kılan adımları atması oldu. 27 Şubat 1992 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan 3774 Sayılı Kanun’la, yaşlılık aylığına hak kazanmada yaş koşulu kaldırıldı; yaşlılık aylığı için kadınların 20 yıl, erkeklerin 25 yıldır sigortalı olmaları ve en az 5.000 gün prim ödemeleri yeterli sayıldı. Bu tarihte Türkiye’de doğumda yaşam beklentisi 65,00 yıldı.

Bu dönemde Sosyal Sigortalar Kurumu’nun gelirleri giderlerini karşılayamamaya başladı. SSK’nın gelirleri ile giderleri 1993 yılında eşitlendi ve bu tarihten itibaren SSK açık vermeye başladı. Mevzuatımıza göre, SSK’nın açıkları devlet bütçesinden karşılanmaktadır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 1995’in başlarında, emeklilik yaşını ve yaşlılık aylığına hak kazanmak için gerekli prim gün sayılarını artıracak bir yasa değişikliği teklifini Bakanlar Kurulu’na sundu. Hükümet de bazı değişikliklerin ardından, bu tasarıları 14 Nisan 1995 günü TBMM’ye iletti. Bu tasarının yasalaşması, düzenlenen mitingler ve kampanyalarla engellendi.

1982 Anayasası’nda 23 Temmuz 1995 gün ve 4121 Sayılı Yasa’yla yapılan değişiklikle, sendikaların siyasal faaliyetine ilişkin yasak (madde 52) kaldırıldı. Ayrıca, kamu çalışanlarına sendikalaşma hakkının çıkarılacak bir yasayla tanınacağı düzenlemesi getirilerek, kamu çalışanlarınca o tarihe kadar özgürce kullanılan sendikalaşma hakkı kısıtlandı. Ancak birçok kişi bu kısıtlamayı (büyük bir yanlışlıkla) hak tanınması olarak algıladı.

4 Nisan 1995 gün ve 4101 Sayılı ve 26 Haziran 1997 gün ve 4277 Sayılı Yasalarla önemli iyileştirmeler yapıldı. Sendikaların siyasal partilere ve bağımsız adaylara destek vermesi ve hatta siyasal partilerle organik ilişki kurmalarına olanak tanındı. Yapılan değişiklik, sendikaların siyasal faaliyetleri üzerindeki yasaklama ve kısıtlamaları büyük ölçüde kaldırdı ve bu konuda 12 Eylül öncesindekinden de daha özgür bir ilişkiye izin verdi.

Bu dönemde kamu çalışanları sendikacılık hareketi, siyasal çizgilere bölünmüş olarak, ciddi bir güç oluşturdu.

Türkiye’de kamu çalışanları sendikacılık hareketinin başını çeken örgütler, ilk olarak “Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu” (KÇSP) ve “Sendikalar Arası Eşgüdüm Komitesi” (Eşgüdüm) olarak gayri resmi bir biçimde yapılandı. Bu iki yapı arasında örgütlenme ve mücadele biçimi açısından bazı farklar söz konusuydu. Ancak özverili büyük mücadelelere karşın istenen sonuçlara ulaşılamaması üzerine birleşme süreci başladı. Eğitim-İş ile Eğit-Sen’in birleşerek Eğitim-Sen’i oluşturmasının ardından KÇSP ile Eşgüdüm, “Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonlaşma Kurulu” (KÇSKK) adı altında tek bir yapıya dönüştü. Bu girişim de 8 Aralık 1995 günü Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’nu (KESK) kurdu.

İslamcı çizgideki Memur Sendikaları Konfederasyonu (Memur-Sen), 9 Haziran 1995 tarihinde kuruldu. Memur-Sen’in Birinci Olağan Genel Kurulu 18 Kasım 1995 tarihinde toplandı.

1995 yılında 20 Eylül-27 Ekim tarihleri arasında kamu kesiminde yaklaşık 250 bin kişinin çalıştığı işyerlerinde grev uygulandı. Grevler sırasında hükümetle büyük anlaşmazlıklar yaşandı. Türkiye tarihinin en büyük grevleri sırasında, Türk-İş, 15 Ekim 1995 günü Kızılay Meydanı’nda, izinsiz bir miting düzenledi. Polis barikatlarını aşa aşa gelen yaklaşık 100 bin kişi Tansu Çiller’in azınlık hükümetinin güven oylamasında başarısız kalmasında etkili oldu. Büyük grubu 20 Eylül 1995 günü başlayan grevler Ekim ayı sonunda bitti.

TİSK’in 19. Olağan Genel Kurulu 16-17 Aralık 1995 günleri toplandı.

TİSK Başkanı Refik Baydur genel kurulu açış konuşmasında aşağıdaki görüşleri dile getirdi:

 

“72 yıllık lâik, demokratik ve parlamenter Türkiyemiz zor günler yaşamaktadır.” (Refik Baydur, TİSK Yönetim Kurulu Başkanı Refik Baydur’un XIX. Olağan Genel Kurulu Açış Konuşması, Ankara, 1995;3)

“Bu gidiş sağda radikal dinciliğe, solda bağnaz ve güdümlü sosyalizme olanak sağlamaktadır. Her iki gelişmenin de hedefi lâik, demokratik parlamenter Cumhuriyettir. Genelde seçim reklamlarının bile ne denli yakışıksız bir kişisel çekişmeyi hedeflediğini her gün izlemekteyiz. Ne hizmet verene destek olmak, ne de hizmetin doğru olanını önermek becerisini ve uygarlığını gösteremiyoruz.” (Baydur,1995;4)

“Bugün politikacılarımızın, tarikatçılarla el ele tutuşmak ve mezhep ayrılıklarını körüklemek yönündeki yaklaşımları etnik ayrılıklar yanına, inanç ayrılıklarını de ekleyecektir. Bu Türkiye’yi bölmenin başlangıcıdır. Bu başlangıç lâik Cumhuriyetin sonunu hazırlayabilir. Bu tip yaklaşımlara artık son vermeliyiz.

“Dinin ve etnik kökenin politikaya malzeme yapılmasına müsaade etmemeliyiz.” (Baydur,1995;5)

“Güneydoğulu, gözleri yollarda, devletinden, vatandaşından aş ve ekmek beklemektedir. (…)

“Halkımızı ağanın, şeyhin, seyidin, hasılı güçlü odakların tahakkümünden kurtarmalıyız.

“Güneydoğu ve doğuda yasal kuruluşların da söz sahibi olduğu bir uzlaşma içinde ekonomik çözümler düşünmeliyiz.” (Baydur,1995;6-7)

“İşverenin ödediği ücretin yarıdan daha azı ancak işçinin eline geçmektedir. Böyle bir bordro soygununa hiçbir uygar devlette rastlamak mümkün değildir.

“Tüm dünyada rekabet şartları çalışma yasalarını esnekliğe doğru çekerken, bizim politikacılarımız bu duruma sorumsuzca yeni ve katı yasal yükler eklemektedir.” (Baydur,1995;8)

“Özelleştirme çok yavaş gelişmekte, KİT’lerdeki korumacılık halen devam etmekte ve kamu harcamaları kontrol altına alınamamaktadır.” (Baydur,1995;8)

“Konfederasyonumuz Türk çalışma hayatının 30 yıllık sendikal düzeni içinde ilk defa tüm işçi ve işveren konfederasyonlarını bir araya toplamış ve sosyal güvenlik gibi, vergi yükü gibi konularda fikir birliği sağlayabilmiştir.

“Bu yaklaşımda büyük katkısı olan üç işçi konfederasyonunun Sayın Başkan ve Yöneticilerine şükranlarımı arz etmeyi insani bir borç olarak görmekteyim.

“Bu uzlaşma ve uygarca yaklaşımları her alanda geliştirebileceğimize inanıyoruz.” (Baydur,1995;10)

Türkiye’nin milli bütünlüğüne yönelik saldırılar konusu, TİSK’in 19. Genel Kurulu’na sunulan Çalışma Raporu’nda da şu şekilde ele alınıyordu:

“Son yıllarda, Misak-ı Milli ile çizilen ve Lozan ile tescil edilen sınırlarımız bazı kesimleri rahatsız etmekte, bu coğrafyadan nüfuz sahibi olmak isteyenlerce iç ve dış oyunlarla ülke bütünlüğümüz bozulmaya çalışılmaktadır. Özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde yaşanan terör olayları, üniter devlet yapımızı tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Bu terör olaylarının hedefi Türkiye’nin birliğini bozmaktır, amaç Türkiye’yi parçalamaktır. Bu olayları bölgenin az gelişmişliğine, ekonomik ve sosyal sebeplere bağlamak hatadır. (…)

“Ancak, emellerine ulaşabilmek için bu insanlık dışı olayları gerçekleştirenlerin, onları destekleyenlerin gözünden kaçan bir gerçek, Atalarımızın şehit kanlarıyla yıkanmış bu topraklar üzerinde asırlardır yaşayan insanların artık birbiri ile iç içe olduğu, tek vücut olduğudur. Onların arasına nifak sokarak ayırmaya hiç kimsenin gücü yetmez. Türkiye ülkesi ve milleti ile bir bütündür ve parçalanamaz.

“Bölgeler arasındaki gelişmişlik farkını yadsımıyoruz ve bu konuda üzerimize düşün görevleri yerine getirmeye hazırız. Bölge halkının ilk beklentisi terörün önlenmesidir ki, bunda da oldukça büyük mesafe alınmıştır. Bu başarıyı ekonomik tedbirlerle desteklemeliyiz. Devletimizin öncülüğünde özel sektörümüz de bu bölgelerimize el uzatacaktır. Bu vatan hepimizindir, onun uğruna herşeyi göze alacağız ve yapacağız.” (TİSK, XIX. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, 16-17 Aralık 1995, Yay.No.149, Ankara, 1995;22-23)

TİSK’in 19. Genel Kurulu’na sunulan Çalışma Raporu’nda ülkede uygulanan politikalara ilişkin aşağıdaki görüşler yer alıyordu:

“Çalışma hayatı her zaman en kolay siyasi taviz verilen alan olarak görülmüş, izlenen popülist politikalar çalışma barışını zedelemiştir.

“Söz konusu müdahaleler daha çok mevcut hukuki düzenlemelerin değiştirilmesi yönünde olmuştur. Anayasa başta olmak üzere çalışma hayatını düzenleyen diğer mevzuatta yapılmak istenen değişiklikler genel olarak bir ihtiyaçtan kaynaklanmamış, siyasilerin oy avcılığı nedeniyle başvurduğu çeşitli kesimlere tavizler veren bir yol olmuştur. İyi işlemekte olan ve şu ana kadar ciddi bir sorunu bulunmayan endüstriyel ilişkiler sistemimiz bu tür müdahalelerle yaralar almıştır.” (TİSK, XIX. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, 16-17 Aralık 1995, Yay.No.149, Ankara, 1995;15)

“Herşeyden önce ‘demokratikleşme’ gerekçesine dayandırılan değişikliklerin büyük çoğunluğunun demokratik haklarla ilgisi olmadığını belirtmek isteriz. Uzun yılların ürünü olan ve nispi de olsa gerçekleştirilebilen toplumsal barışın bozulmasından yarar umanların demokratikleşmeyi bir gerekçe olarak kullandıklarını ve bunu bir iç ve dış baskıya dönüştürdüklerini görmekteyiz. (…)

“Nitekim, bu baskılar sonucu gündeme gelen Anayasa değişikliklerinin bir kısmı, içinde bulunduğumuz yıl gerçekleştirilmiş, Anayasanın çalışma hayatına ilişkin bazı hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır.

“Oysa, önemle belirtmek isteriz ki, Anayasada yer alan bir hükmün çıkarılması olumsuz sonuçlar doğuracaktır.” (TİSK,1995;15-16)

Çalışma Raporu’nda iş güvencesi konusundaki girişimler aşağıdaki biçimde eleştiriliyordu:

“Hazırlanan İş Güvencesi Yasa Tasarısı bunu savunanlar bakımından bir siyasi yatırım aracı olmakla beraber, etkileri ve sonuçları itibariyle Türk çalışma hayatında büyük sorunlara neden olacak niteliktedir. (…) Ülkemizde de iş güvencesi yatırımları engelleyecek, işsizliği körükleyecek, yabancı sermayeyi kaçıracak ve ekonomik dengeleri bozucu etkilerde bulunacaktır.” (TİSK,1995;16)

“Temel amacı; işçi çıkarmayı imkansız kılacak ölçüde güçleştirmek, işçi çıkarmanın maliyetini fahiş miktarlara yükseltmek olan bu tasarı, teknik bir ihtiyaca yönelik değildir. Zira mevzuatımızda halen mevcut olan hükümler işçilerimize yeterli güvenceyi sağlamıştır. İhbar tazminatı, kötü niyet tazminatı, kıdem tazminatı müesseseleri, çıkarılan işçiye yeni işçi alımında altı ay süreyle öncelik tanınması kuralı bunların arasında sayılabilir. Kaldı ki mevcut korumalar, örnek alınan pek çok Batı ülkesinin dahi üzerindedir.” (TİSK,1995;21)

Bu yıllarda gerçek ücretlerde meydana gelen artışa karşı da bazı öneriler formüle ediliyordu:

“Toplu iş sözleşmeleriyle öngörülen ücret artışlarında da işletmelerin ekonomik gücü ve verimlilik kriteri esas alınmalıdır. Ayrıca, çalışma mevzuatının katı hükümleri gözden geçirilmeli ve işçilik maliyetini artıran yeni yükler öngörülmemelidir.” (TİSK,1995;18)

“İşçi sendikalarına düşen en önemli görev, ücret sendikacılığı anlayışını terk ederek ekonomik hedeflerle, toplu iş sözleşmelerinin sonuçları arasında ihtiyaç duyulan dengeyi gözetmeleridir.” (TİSK,1995;18)

“Konfederasyonumuz, ülkemizde endüstri ilişkilerinin ülke kalkınmasına katkıda bulunacak barışçı bir anlayışla yürütülebilmesi bakımından işçi ve işveren kesimleri arasında konfederal düzeyde çerçeve anlaşmalara gidilmesinin yararlı olacağı inancındadır.” (TİSK1995;19)

“İşletmelerin ekonomik gelişmelere daha kolay cevap verebilmelerini sağlamak için sektörel düzeyde toplu pazarlıklar yerine ‘çerçeve anlaşmalar’ yapılmalı ve bu anlaşmalar işçi ve işverene, işyerine özel şartlara göre hükümleri yeniden düzenleme imkânı vermelidir. Diğer taraftan, işyeri sözleşmeleri ile getirilen hükümler, esnek şekilde düzenlenmeli ve ekonomik şartların olumsuz gelişmesi halinde uyum sağlayıcı düzenlemelere yer verilmelidir.” (TİSK,1995;91)

“Toplu iş sözleşmelerinin genel şartlarını belirlemek üzere konfederal düzeyde çerçeve anlaşmaları yapılmaya başlanmalı, böylece sosyal ve ekonomik dengelerin ülkenin hedef ve ihtiyaçları paralelinde periyodik olarak oluşturulması imkan dahiline girmelidir.” (TİSK,1995;220)

“Ücretin oluşumunda ekonomik gereklerle sosyal gerekler denge ve uyum içinde ele alınmalıdır. Uluslararası yarışın hızlandığı şartlarda, sosyal refaha ancak kesimlerin işbirliği içinde, bilimin rehberliğinde verimlilik, yatırım ve ihracat artışlarına yönelmeleri ile ulaşılabilir. Şüphesiz, kamu yönetiminin de bu noktada siyasi ve ekonomik istikrarı sağlamak, ücretimi ve rekabet gücünü esas alan bir büyüme modeli uygulamak, ücret ve işgücü piyasalarının esnekliğini artırmak, vergi politikasını işgücü maliyeti azalışı ve net ücret artışı yönünde oluşturmak gibi hayati fonksiyonları mevcuttur.” (TİSK,1995;220-221)

“Ücret-verimlilik ilişkisi kurulmalıdır.

“Üretime bağlı ücretin işgücü maliyeti içindeki payı artırılmalıdır. Yan ödemeler ücrette birleştirilmelidir.

“Çalışanlara yapılan ödemeler fiili çalışma ile ilişkilendirilmeli ve tüm ödemelerde fiili çalışma saatleri esas alınmalıdır.

“Mutlak veya oransal seyyanen artış kriteri terkedilmeli; ücret artışları iş değerlendirme ve performans değerlendirme sistemlerine göre yapılmalıdır.

“Çalışma mevzuatının ücrete ve çalışma süresine ilişkin hükümleri, üretimin talepteki değişikliklere duyarlılığını geliştirecek ve hızlı reaksiyonunu mümkün kılacak şekilde esnekleştirilmeli, işçi-işveren anlaşmasına daha geniş hareket alanı tanımalıdır.

“Toplu iş sözleşmeleri de durgunluk veya kriz durumunda işletmelerin ekonomik şartlara uyumunu kolaylaştıracak, dolayısıyla verimlilik ve istihdam kayıplarını önleyecek esnek hükümler içermelidir.” (TİSK,1995;221)

“Asgari ücret konusunda toplu iş sözleşmeleri gereğince yapılan yan ödemeleri ücret kabul etmeyen mevcut uygulamanın hiçbir haklı gerekçesi yoktur. (…)

“Toplu iş sözleşmesi uygulanan işyerlerinde de devlet memurlarının asgari ücrete esas maaş anlayışı paralelinde, ikramiye, yakacak, izin ve bayram harçlığı gibi devamlılık arzeden nakdi ödemeler, asgari ücrete esas ücretin hesabına dahil edilmelidir. Böylece, ücret anlayışında tek ölçü kullanılarak, memur-işçi asgari ücretleri tanımında eşitlik sağlanmış olacaktır. (…) Toplu iş sözleşmesi uygulayan işyerlerinde yasal asgari ücretin uygulanmaması ve asgari ücretin toplu pazarlıkla belirlenmesi yolu da seçilebilir.”

Çalışma Raporu’nda TİSK’i ve işverenleri rahatsız eden bazı düzenlemeler de belirtiliyordu:

“Kıdem ve ihbar tazminatlarının yüksekliği.

“Çalışılmayan süreler için ücret ödenmesi.

“Çıplak ücretin işgücü maliyeti içindeki payının düşük olması.

“Yüksek oranlı sosyal güvenlik katkıları.

“Sosyal amaçlı fon uygulamalarının olumsuz etkileri.

“İşverenin istihdama bağlı yasal yükümlülüklerinin ağırlığı.

“Fazla çalışmanın yüksek oranda ücretlendirilmesi. (TİSK,1995;123-125)

TİSK’in temel taleplerinden biri de çalışma koşullarının “esnekleştirilmesi”ydi:

“Çalışma mevzuatına esneklik kazandırılması.

“İşletmelerin ekonomik şartlardaki değişmelere uyum kabiliyetlerinin ve rekabet güçlerinin artırılması, dolayısıyla istihdamın teşvik edilmesi için çalışma mevzuatı esnekleştirilmelidir. Bu çerçevede; işe almayı ve işten çıkarmayı zorlaştıran mevzuat gözden geçirilmeli, işten çıkarmaya ilişkin tazminatlar azaltılmalıdır. (…) Ayrıca, part-time çalışma, belirli süreli sözleşmelerle çalışma, geçici süreli çalışma gibi standart dışı istihdam türleri geliştirilmeli ve mevcut sınırlamalar gevşetilmelidir. Aşırı düzenlenmiş işgücü piyasaları bakımından, standart dışı istihdam türleri, esnekleşmenin önemli bir aracı olarak görülmektedir.” (TİSK,1995;92)

“Çalışma mevzuatı işletmelerin değişen ekonomik şartlara uyumunu sağlayacak, yeni yatırımları ve işçi çalıştırmayı teşvik edecek esneklikte olmalıdır. Bu amaçla, çalışma mevzuatında, işletmelerin üretim ve istihdam sağlamak fonksiyonunu zayıflatan her türlü sosyal yükümlülük asgariye indirilmelidir. Örneğin, işten çıkarma halinde ödenen kıdem ve ihbar tazminatlarının ağırlığı azaltılmalı, İş Güvencesi Yasa Tasarısı gibi istihdam esnekliğini azaltan düzenlemelerden kaçınılmalı; sakat ve eski hükümlü çalıştırma mecburiyeti, emzirme odası ve kreş açma, işyeri hekimi istihdam etme gibi işçi sayısını esas alan yasal düzenlemeler gözden geçirilmelidir.

“Ayrıca, işletmelerin ekonomik kriz dönemlerinde aralı çalışma, kısmi çalışma sistemlerine geçebilmelerine imkân sağlanmalı, çalışılan saate göre ücret ödenmesi esası getirilmeli, standart dışı istihdam biçimleri yasal düzenlemeye kavuşturulmalıdır.” (TİSK,1995;98)

TİSK bu dönemde de özelleştirmeyi savundu:

“Özelleştirme uygulamalarına ve satış rakamlarına bakıldığında özelleştirme sürecinin çok yavaş ilerlediği ve gelirin çok düşük seviyede kaldığı görülmektedir.” (TİSK,1995;65)

“Kamuoyunda bugüne kadar doğmuş olan veya doğacak tepkilerden çekinilerek yapılan satışların ertelenmesi kamuoyu güveninin zedelenmesinin yanı sıra topluma her açıdan verdiği zararın sürekli büyümesi anlamını taşımaktadır. Türk ekonomisinin çığ gibi büyüyen zararları karşılamaya artık tahammülü yoktur. Özelleştirmede herhangi bir aşama kaydedilmeden geçirilen her gün ülke ekonomisi için yeni bir kayıp olmaktadır. Bu nedenle, en uygun koşullar sağlandığında satış işlemleri süratle gerçekleştirilmelidir.” (TİSK1995;67)

TİSK, 1995 yılında kamu kesimi işyerlerinde gerçekleştirilen büyük ve yaygın grevlere ilişkin de şu değerlendirmeyi yapıyordu:

“Bu yıl yaşadığımız grevlerin bir özelliği de bugüne kadar görülmeyen ölçüde politikaya alet edilmiş hatta Hükümet krizinden yararlanılarak siyasi pazarlıkların aracı haline dönüştürülmüş olmalarıdır. Öyle ki üretimden pay almak için yapılması gereken grevler, üretmeden en büyük payı alabilmek için siyasi şantaja dönüşmüş, ekonomi dışı bazı hedeflere alet edilmiştir. Politikacıların, çalışma hayatımızın kendi kuralları ile bulunabilecek çözümlere yaptıkları müdahalelerin, olayı ülke menfaatlerine ters düşen mecralara sürükleyebileceği, siyasetin karıştığı toplu iş sözleşmeleri ve grevlerde çözümün zorlaşacağı ve ekonomi dışına kayacağı unutulmamalıdır.” (TİSK,1995;114)

“Üretmeden dağıtım sonucu her geçen gün büyüyen KİT açıkları, ülkeyi ve toplumu KİT’lerin sömürgesi haline getirmiştir. Hesap sormak gerekiyorsa bu duruma sebebiyet verenlerden, özelleştirmeyi geciktirenlerden, ücret sendikacılığı yapanlardan hesap sorulmalıdır.” (TİSK,1995;114)

Sosyal Sigortalar Kurumu’nun 1993 yılından itibaren girdiği mali kriz karşısında TİSK’in bir önerisi özel sigorta programlarının gündeme getirilmesiydi. Bu konu, Çalışma Raporu’nda aşağıdaki şekilde ifade ediliyordu:

“Özel sigorta programları teşvik edilmelidir.

“Bugün gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin çoğunda sosyal güvenlik alanında yapılan reform çalışmalarının önemli bir bölümünü, sistemin özel programlarla desteklenmesi oluşturmaktadır. Sosyal güvenlik sisteminin mümkün olduğunca daha çok kişiye minimum düzeyde koruma sağlaması, fazlasının tarafların isteğine uygun olarak özel sistemlerle karşılanması şeklindeki bu yaklaşım, sistemimizi rahatlatacağı gibi günümüzün değişen ekonomik şartlarına da uyum sağlamayı kolaylaştıracaktır. Bu amaçla, çeşitli ülkelerde teşvik edilen özel sigorta şirketleri bizde de desteklenmelidir.” (TİSK,1995;143-144)

1993-1995 döneminin önemli gelişmelerinden biri, kamu çalışanlarının 28 Mayıs 1990 tarihinden itibaren kurdukları sendikaların güç ve etkinliğini artırması ve Türkiye Kamu-Sen, Memur-Sen ve KESK konfederasyonlarının kurulmasıydı. Kamu çalışanlarının örgütlenmesi konusunda TİSK’in tavrı, 19. Genel Kurul’a sunulan Çalışma Raporu’nda aşağıdaki şekilde ifade ediliyordu:

“Konfederasyonumuz kamu görevlilerinin örgütlenme hakkına kavuşturulmasına hiçbir zaman karşı olmamış, bunu bir siyasi tercih olarak görmüştür. Nitekim Anayasa değişikliğinden önce bu konuda sürdürülen çalışmalara da hep bu görüşü çerçevesinde yaklaşmıştır.

“Ancak hemen belirtmek isteriz ki, örgütlenme hakkı genel bir kavram olup, belli bir örgütlenme biçimini ifade etmemektedir. Diğer bir deyişle, örgütlenme hakkı, ‘sendikalaşma’ ile eşdeğer değildir. Sendikaların yanı sıra dernekler, birlikler, dayanışma kurulları, işbirliği platformları da örgütlenme modeli olarak uygulanmaktadır ve uluslararası metinlerde ifadelerini bulmuşlardır. (…) Kamu çalışanları için esas alınacak ILO Sözleşmesi 151 sayılı olanıdır. (…)

“Konfederasyonumuza göre, memurların kuracakları örgütler, işçilerin kuracakları sendikalar değildir, görev ve yetkileri ile sorumlulukları ayrıdır. Memur örgütleri, adı ne olursa olsun, işçilerin kuracakları sendikalardan farklı olacaklardır ve ülkemiz şartları açısından böyle olmalarında da büyük yarar vardır.” (TİSK,1995;148)

“Kamu görevlileri sendika ve üst kuruluşlarının, 2821 sayılı Yasaya göre kurulmuş olan işçi sendika ve konfederasyonları ile ortak hareket etmeleri, dayanışma içinde olmaları, yaptıkları greve destek vermeleri, mali yardımda bulunmaları ve mali yardım almaları da önlenmelidir.

“Ülkemizde, 1961 Anayasasına dayanılarak kurulan memur sendikalarının, Türkiye’deki demokratik gelişmeye olumlu katkılarının olmadığı, hatta çeşitli ideolojik fraksiyonlarla işbirliğine gidildiği ve Devletin işlemesini yavaşlattığı unutulmamalıdır. Dolayısıyla geçmişteki olumsuz tecrübeler dikkate alınarak, konu ülkemiz koşulları açısından iyi değerlendirilmelidir.” (TİSK,1995;149)

“Devlet memuru ile kamu işçisi arasındaki gelir dengesizliğinin giderilmesi konusunda devlet memurlarının sendikalaşmasını, mevcut sorunların tümünü çözecek bir unsur olarak görmek, bütçe dengesinin bugünkü hali ve gelecekteki muhtemel durumu nedeniyle gerçekçi değildir. (…) Nitelikli kamu hizmetine uygun nitelikli personel hedeflenmeli; devlet memurları sendikalaştığı takdirde mutlak iş güvencesi gözden geçirilmelidir.” (TİSK,1995;222)

Türkiye’de greve çıkan işçileri koruyan en önemli düzenleme, greve çıkan işçilerin iş sözleşmelerinin askıya alınması ve greve çıkan işçilerin yerine işletmeye yeni işçilerin alınmasının yasaklanmasıdır.

Bu düzenleme ilk kez 24 Temmuz 1963 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununda aşağıdaki biçimde yer aldı:

“İşveren, kanuni bir grevin veya lokavtın süresi içinde, (…) hizmet akitlerinden doğan hak ve borçları askıda kalmış olan işçilerin yerine, hiçbir suretle, daimî veya geçici olarak başka işçi alamaz veya başkalarını çalıştıramaz.” (M.27/2)

7 Mayıs 1983 günlü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununda da bu konuda aşağıdaki düzenleme yer aldı:

“İşveren, kanunî bir grevin veya lokavtın süresi içinde, 42’nci madde hükmü gereğince hizmet akitlerinden doğan hak ve borçları askıda kalmış olan işçilerin yerine, hiçbir surette daimî veya geçici olarak başka işçi alamaz veya başkalarını çalıştıramaz. 39 uncu madde uyarınca grev ve lokavta katılamayacak işçilerden, haklı sebeple hizmet akti feshedilenlerin yerine yeni işçi alınması imkanı saklıdır.

“38 inci maddenin ikinci fıkrası uyarınca greve katılmayan veya katılmaktan vazgeçen işçilerin çalıştıran işveren, bu işçileri ancak kendi işlerinde çalıştırabilir, bunlara, greve katılan işçilerin işlerini yaptıramaz.” (M.43)

Türkiye tarihinde en fazla sayıda işçinin birlikte greve çıktığı yıl 1995’ti. TİSK’in 19. Genel Kurulu’na sunulan Çalışma Raporu’nda, 275 ve 2822 sayılı kanunlarda yer alan düzenlemenin aşağıdaki biçimde kaldırılması isteniyordu:

“Grevin uygulanması sırasında greve katılmayan işçilerin, greve katılan işçilerin yerine çalıştırılabilmesi, batılı örneklerinde olduğu gibi greve katılan işçilerin yerine dışarıdan temin edilecek işçilerin çalıştırılabilmesi, greve çıkan işçilerin de bir başka işte çalışabilmesi imkanının tanınması çok önemlidir.”(TİSK,1995;242)

Çalışma Raporu’nda kıdem tazminatı sandığı veya fonu konusunda da şu talep dile getiriliyordu:

“Konfederasyonumuz siyasi iktidarların tasarrufunda olacak yeni bir fon yaratılması görüşüne karşıdır. Böyle bir fon kurulacak ise mutlaka İş Kanunu’nda belirtildiği üzere işverenin sorumluluğu altında kurulmalıdır.” (TİSK,1995;162)

TİSK’in 1995 yılında dile getirdiği taleplerden biri de, iş ve işçi bulma konusunda tekel konumunda olan İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun yanı sıra, özel iş bulma bürolarının faaliyetine izin verilmesiydi.

“Özel İstihdam Acentaları

“Günümüzde istihdam yaratmak ve istihdam hareketlerini hızlandırmak bütün ülkelerin üzerinde önemli durduğu bir konu haline gelmiştir. Gelişmiş ülkeler istihdam hizmetlerinin özelleştirilmesini işsizliğin önlenmesinde etkin bir tedbir olarak görmektedir ve bu hizmetin yürütümünde özel istihdam acentalarını (bürolarını) devreye sokmaktadır.” (TİSK,1995;165)

“Daimi işçiye dayalı işçi sendikacılığı anlayışının sendikalaşmayı tıkanma noktasına götürdüğü görülmüş, bu bakımdan işçi sendikaları daimi işçinin yanı sıra geçici işçi gibi esnek çalışmatürlerinden birine göre çalışan işçilere de yönelme ihtiyacını duyarak o alanda alternatifler geliştirmeye ve güç kazanmaya başlamışlardır.

“Bu gelişmeler karşısında sonuç olarak;

“Ülkemizde de özel istihdam acentaları kurulabilmeli ve hizmet verebilmelidir. (…)

“Yasal düzenleme bakımından herşeyden önce özel istihdam hizmetlerini yasaklayan mevcut hükümleri süratle değiştirilmelidir. (…)

“Özel istihdam büroları kanalıyla çalıştırılanların sosyal güvenlik ve sağlık hakları (…) ile işverenlerin ve acentaların hak ve sorumlulukları mevzuatımızda düzenlenmelidir. (…)

“Acentaların işçilerden her ne nam altında olursa olsun para talep etmeleri yasada yasaklanmalı ve işletmelerden hizmet karşılığı alacakları ücretin bir tarifeye bağlanması düşünülmelidir. (…)

“Özel İstihdam Acentalarının merkezi ve etkin bir gözetim ve denetim mekanizması içinde devletçe denetlenmeleri sağlanmalıdır. (…) Bunun için Bakanlık bünyesinde işçi ve işveren temsilcilerinin de katıldığı bağımsız bir kurul ya da ünite oluşturulmalıdır. (…)

“Özel istihdam acentalarının faaliyet göstereceği alanlar kısıtlanmamalı, mümkün olabildiği ölçüde istihdama katkı sağlamalarına imkan tanınmalıdır.” (TİSK,1995;166-167)

TİSK’in 1995 yılında gündeme getirdiği bu talep, 19 yıl sonra gerçekleşti.

Türkiye’de iş ve işçi bulma hizmetleri 50 yılı aşkın bir süre İş ve İşçi Bulma Kurumu tarafından gerçekleştirildi. Ancak 2000 yılında kabul edilen 617 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun adı ve yapısı değiştirildi. Ayrıca, 1 Eylül 2002 tarihinden itibaren özel istihdam bürolarının kurulmasına izin verildi.

Ancak Anayasa Mahkemesi, 617 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’yi 31 Ekim 2000 günü iptal etti. Konuya ilişkin iptal kararı da 8 Kasım 2000 tarihli Resmî Gazete’de yayımlandı. Böylece, özel istihdam büroları gündemden kalktı. Özel istihdam büroları resmen gündemden kalkmakla birlikte, işsizlere iş ve işverenlere işçi bulmayı iş edinmiş birçok kişi ve kuruluş ortaya çıktı. Yasadışı bir biçimde ve özellikle internet üzerinden iş ve işçi bulma hizmeti verenlerin sayısı arttı. Bunların bir bölümüne “kafa avcıları” denmeye başlandı.

25 Haziran 2003 gün ve 4904 Sayılı Türkiye İş Kurumu Kanunu özel istihdam bürolarının kurulmalarını ve çalışmalarını da düzenledi. Ancak konuya ilişkin yönetmelik yayımlanmadığından, bu konudaki çalışmalar bir süre resmiyet kazanmadı. Özel İstihdam Büroları Yönetmeliği 19 Şubat 2004 tarihli Resmî Gazete’de, İşgücü Piyasası Bilgi Danışma Kurulu Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik ise 2 Mart 2004 tarihli Resmî Gazete’de yayımlandı. Bu tarihten sonra iş bulma hizmetleri de özelleştirilmeye başlandı; özel istihdam büroları serbestçe kurulabildi.

DİĞER HABERLER
LİPTON FABRİKASINDA ÜYE EĞİTİMLERİ GERÇEKLEŞTİRİLDİ
LİPTON FABRİKASINDA ÜYE EĞİTİMLERİ GERÇEKLEŞTİRİLDİ

20-21 Kasım 2024 tarihlerinde, Fındıklı ve Ardeşen’deki Lipton Çay Üretim Fabrikalarında çalışan üyelerimize yönelik eğitim programı düzenlendi. Programın açılışı, Genel Eğitim Sekreterimiz Engin Öz ve Dosan Şube Başkanı Mustafa Yüksel tarafından gerçekleştirildi.

ÜCRETLER NİYE Mİ ÖNGÖRÜLEN ENFLASYONA ENDEKSLENEMEZ?
ÜCRETLER NİYE Mİ ÖNGÖRÜLEN ENFLASYONA ENDEKSLENEMEZ?

Yıl sonuna yaklaştıkça giderek daha çok tartışılan bir konu var. “Ücretler gelecek dönem için öngörülen enflasyona endekslenerek mi belirlense, yoksa geride kalan dönemin enflasyonu dikkate alınarak mı?”

“ASGARİ” İNSANCA OLMALI
“ASGARİ” İNSANCA OLMALI

Türk-İş, DİSK ve Hak-İş başkanları, emekçilerin temel hak ve taleplerini Meclis’e taşıdı.

SUNEL’DE TİS GÖRÜŞMELERİ BAŞLADI
SUNEL’DE TİS GÖRÜŞMELERİ BAŞLADI

Sunel işyerinde yeni dönemde yapılacak zamların belirleneceği toplu iş sözleşmesi görüşmeleri, bugün İzmir’de yapılan ilk toplantıyla başladı.