BÜYÜK GÜN
Dün, kazanılmış hakları verilmediği için 50 gündür direniş yapan TEKEL işçilerinin 6 federasyonla birlikte iş bıraktıkları büyük gündü.
Dün, kazanılmış hakları verilmediği için 50 gündür direniş yapan TEKEL işçilerinin 6 federasyonla birlikte iş bıraktıkları büyük gündü.
Sağcı denilen federasyonların dahi eyleme katılmaları, meslek örgütlerinin, sivil kuruluşların, esnafın, pazarcının, öğretmenin, doktorun, ev kadınlarının, emeklilerin, dulların, yetimlerin günü. Kurdun, kuşun öteki dünyada boynuzlu koyunun boynuzsuzdan hesap soracağı günlere benzer bir gün.
Sonsuza yürüyüş gibi…
Yazımı yazarken bu hisler içindeyim. Zonguldak maden işçilerinin o uzun yürüyüşünü gösteren bir belgesel izledim… Yukarıdan çekilmiş fotoğraflar, yanlarından, içlerinden çekilmiş fotoğraflar… Bir şey keşfettim. Şiirli bir yürüyüştü bu. Sesleri ve görüntüleriyle hüznü ve sabrıyla, direnişi ve sükünetiyle… Sonsuza yürüyüş gibi heyecan vericiydi.
“Marjinal” gruplar mı? Başbakan yeni bir yabancı kelime öğrendi mi bunu artık sık sık kullanmaya başlar. “Marjinal” de onlardan biri. Bir haksızlıktan kurtulmak istemek, kurtulmak isteyenlerle beraber olmak, Hakk’ın yanında yer almak, milyon dolarların, pırlantaların ve villaların değil, sıcak yer yataklarının, çorba kaynayan küçük mutfakların, başörtülü, yelekli çetikli ninelerin özlemini duymak, işin tuhafı, fabrikaların, depoların, tütün tozlarının, sabah erkenden iş başı yapmaların, akşam yorgun eve giderek helal bir lokma ekmek yemenin özlemini duymak ve bu çok insani ve güzel şeylere destek vermek neden marjinal olsun!
Nasıl bir destek!..
“Marjinal” olmayan hareketler nelerdir? İhale peşinde koşmak, imar durumunu değiştirerek ucuz arsaları pahalı ederek, zenginlerin, hanidir özlem duyulan aslanlı villalarına, çok satışlı gazetelerine el koymak, nasıl bir destektir ve marjinalin zıttı nedir? Haklı mıdır, “yaygın” mıdır, olağan mıdır, özellikle helal midir?
* * *
Dün, pırıl pırıl, haklı bir gündü. Çileli, yorgun, sevinçli, seslenişli, şarkılı, türkülü, halaylı, zeybekli bir gün. Güzel bir Türkiye günü. Nasırlı ellerin teneke varillere soba niyetine odun attığı, kağıt parçası attığı, battaniyelerin altında açlığın, hüznün ve sükunetin yaşandığı bir mahşer günü. Artık halkımız, izanlı olanlar, şekilperestlerin değil, çileyi yaşayan ve Hakkı talep edenlerin yanında yer almayı öğrendiler. Zorlu bir talim oldu bu ama zorun içinde kolaylık vardı.
Canavarın pençesinden
Ali Tezel’i dinledim bir televizyonda. Bilirsiniz o, sigorta, para işlerini iyi bilir. “Gelecek yıl kapının önüne konmayacaklarını bu 4-C’ye imza atanlar nereden bilebilirler” diyordu. Doğru “Özelleştirme” adlı bir canavarın pençesinde, Türkiye. Canavarın kimi yutacağı, kimi yutmayacağı belli olur mu?
* * *
Başbakan “İş kanunundan” çok anlarmış gibi “İş kanununda böyledir” diyor. Anlatıyor, anlatıyor, sonra da her zamanki sokak Türkçesiyle:
“İş biter” diyor. Buna Tekgıda-İş Sendikası Başkanı Mustafa Türkel harika bir cevap veriyor. Konuşması adeta bir manifesto. Bir bildiri.
“Bize bu hakkı Parlamento verdi. İş yasasını yapan Parlamento” diyor.
Elime birçok güzel hadis geçmişti. Bir tanesini, yeri gelince yazarım diye ayırmıştım. İşte şimdi yeri geldi, yazıyorum:
“Peygamber Efendimiz buyurdular ki: En üstün cihad, zalim bir hükümdarın huzurunda söylenen hak sözdür.”
Tahrikin böylesi…
Başbakan diyor ki:
“Burası yol geçen hanı değil. Bu memleketin sahibi var.”
Olur da, bu kadar olmaz. Bu kadar büyük tahrik olmaz.
İşçiyi kapının önüne; askeri, bilimadamını, gazeteciyi, içeri koyacaksın; doktora, eczacıya, taşeronlar aşkına, sepet havası çalacaksın; emekliye üç buçuk zammı o da çok fazla hesaplar yaparak vereceksin, fabrikaları kapatacaksın, tarlaları kurutacaksın, geni değiştirilmiş sebzeler, meyveler, etler ve tavuklarla gelecek nesilleri mahvedeceksin; söyler misin, bu memleketin sahipleri kimdir? İşçi değilse, asker, bilimadamı, gazeteci; emekli, dul ve yetim değilse, bu memleketin sahipleri söyler misin, kimdir? Yoksa bu memleketin, bizim bilmediğimiz başka sahipleri mi var?