TEKEL, TÜM ÇALIŞANLARIN GÖZÜNÜ AÇTI
TEKEL işçilerinin 4-C statüsüne alınmasına karşı açılan dava halen Danıştay’da görülüyor. Davanın avukatlığını yürüten Av. Gökhan Candoğan ile gelinen süreci, 4-C’nin hukuki boyutlarını ve davanın ayrıntılarını konuştuk.
TEKEL işçileri, aylar süren fiili mücadeleleri kadar, elde ettikleri hukuki kazanımlarla da gündem yarattılar. Ancak bildiğimiz kadarıyla asıl kritik olan dava halen sürüyor. Mücadelenin hukuki kanadı hakkında bilgi verir misiniz?
4-C ile ilgili olarak TEKEL işçileri adına açtığımız toplam 4 tane dava var. 4-C’ye başvuru süresinin 30 gün olması hakkında açtığımız ilk davada, yürütmeyi durdurma kararı çıktı. ‘İş sonu tazminatı’ ve sözleşmede alınan damga vergisi gibi tâli başlıklarda açtığımız birer dava daha var. Ama asıl ana davamız, Bakanlar Kurulu kararı ile özelleştirme mağdurlarının geçici statüde değerlendirilmelerine karşı açtığımız dava.
Bir de Danıştay’ın 4-C’nin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne gönderdiği dava yok mu?
Danıştay’ın Anayasa Mahkemesi’ne gönderme kararı aldığı, daha önce, başka bir kişi adına kıdem tazminatı ile ilgili açtığımız dava dosyası. Özelleştirme mağdurları ya da TEKEL işçileri sürecinde açılmış bir dava değil yani. Ama öbür davanın sonucunu etkilemesi muhtemel. Anayasa Mahkemesi’ne gönderme kararının gerekçesi henüz yayınlanmadı. Ama büyük olasılıkla, “çalışma ilişkisinin yasal düzenleme olmaksızın, Bakanlar Kurulu kararı ile düzenlenmesinin Anayasaya aykırı olduğu” gibi bir gerekçe bekleniyor. Eğer gerekçe böyleyse; bu, özelleştirme mağdurları ile ilgili çıkarılan Bakanlar Kurulu kararının da dayanaktan yoksun olduğu anlamına gelebilir.
Peki o zaman Danıştay’da halen görüşülen asıl ana dava hakkında bizi bilgilendirebilir misiniz? Öncelikle, sizin bu ana davanız “4-C’nin iptali” istemini içeriyor mu?
Hayır, biz 4-C statüsünün iptali isteminde bulunmadık. Anayasaya aykırılık iddiasında da bulunmadık. Çünkü aslında tam da, 4-C statüsünün özelleştirme mağdurları ile bağdaştırılacak hiçbir tarafı olmadığından hareket ettik. 4-C, istisnai bazı durumlar için çıkarılmış bir maddedir; güzel sanatlar fakültelerinde canlı modellik yapan kişiler için mesela. Ama özelleştirme mağdurlarının durumunun bununla hiç ilgisi yok. Devlet, “özelleştirme sonucu işsiz kalanları kamu kurum ve kuruluşlarında emekli olana kadar istihdam edeceğim” diyor. Diyelim kişinin emekliliğine 20 yıl var. Ama yasada, 4-C maddesinde diyor ki: “bir yıldan az süreli ya da mevsimlik işler için”. Şimdi, bir yıldan az süreli bir işte emekli olana kadar istihdam edilmenin mümkün olmadığı açık. Burada, hukukta ‘yöntem saptırması’ diye adlandırdığımız bir durum, yani bir hukuki enstrümanın öngörülen amaç için değil de, başka bir amaç için kullanılması sözkonusu.
Danıştay’daki bu davanız şu an hangi aşamada?
İdarenin savunması geldi. 15-20 gün ya da 1 ay içerisinde sonuç çıkabilir. Öbür davanın Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesi kararı çıktığı için, paralel bir değerlendirme olabilir. Ancak biz, Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmeksizin de bir hukuka aykırılık tespiti yapılabileceğini düşünüyoruz.
Nedir bu hukuka aykırılığın sebepleri? Ya da şöyle soralım, siz dava dilekçesinde hangi gerekçeleri sundunuz?
Şöyle açıklayalım: Temelde hem bizim mevzuatımızda hem de uluslararası mevzuatta iki tip çalışma ilişkisi vardır: biri işçi, diğeri de kamu görevlisi (memur) ilişkisidir. Teorik olarak, işçilerin toplu sözleşme ile haklarını iyileştirme şansı vardır, kamu görevlilerinin ise ücretleri tek taraflı belirlenir ama buna karşılık iş güvenceleri vardır.
Şimdi, 4-C statüsüne baktığımızda ise, ‘geçici personel’ adı altında ne işçi ne de memur sayılmayan bir çalışma ilişkisi oluşturulmak istendiğini görüyoruz. Bu, her iki temel çalışma ilişkisinin de kötü tarafları alınarak oluşturulmuş, çalışanların hem düşük ücretle hem de herhangi bir güvence tanınmadan çalıştırılabileceği bir statü. Ve her iki statünün de kapsamına girmeyen apayrı bir statü.
Bu durumun yarattığı somut bir sonucu şu örnekle aktarayım: Bilindiği gibi tüm çalışanların, uluslararası sözleşmelerle de güvence altına alınan sendikal örgütlenme hakları vardır. Şimdi, bu geçici personellerin işçi sayılmadıkları yönünde yasada açık hüküm var. O yüzden bu insanlar, kamu görevlileri sendikaları kapsamında üye olmak için zamanında başvurularda bulundular. Ama idareden “ne işçi ne de memur değildir, sendika üyesi olamaz” diye red yanıtı geldi. Bunun üzerine davalar açıldı ve davaların sonucunda ancak bu yıl, bu insanların kamu görevlileri sendikalarına üye olabilecekleri kabul edildi.
Buna ek olarak, bilindiği gibi, 4-C’liler yıllık sözleşme yapıyorlar ve sözleşmelerinin yenilenip yenilenmeyeceği amirlerinin iki dudağı arasında. Kısacası bu insanlara ne ücret ne de güvence bakımından durumlarını iyileştirme şansı tanınmıyor. Bakanlar Kurulu kararında geçen “yazılı olanlar dışında hak verilmez” ifadesi de aynı zihniyetin parçası. Bu, hukuken kabul edilebilir bir çalışma ilişkisi olamaz. Kaldı ki artık bütün dünyada, memurların toplu sözleşmeli, grevli örgütlenme hakkına sahip olduğu düşünülüyor; işçiler de işe iade adı altında sınırlı da olsa iş güvencesi kazanmaya başlıyor. Yani iki statünün eşitlenme eğilimine girdiği böyle bir dönemde, tamamen farklı üçüncü bir statü yaratılmaya çalışılması, hukuk bir yana felsefi olarak da kabul edilebilir bir şey değil. İşçilerin mücadelelerle elde ettikleri haklarının “ben sıfırdan böyle yeni bir istihdam türü yaratıyorum, hiçbir hakkınız yok, gidin ne haliniz varsa görün” denilerek çiğnenmesi mümkün değildir.
Böyle bir yeni istihdam türü yaratılması aynı zamanda, daha iyi koşullarda çalışan diğer tüm çalışanlar için bir tehdit unsurudur. TEKEL eylemi sırasında Hükümetin bunu açıkça ifade ettiğine de tanık olduk. Açıklamalarında, “Bundan daha kötü koşullarda, asgari ücretle çalışmaya razı binlerce insan varken siz buldunuz da bunuyorsunuz” gibi bir yaklaşım içerisindeydiler. Asıl tehdit de zaten bu yeni çalışma ilişkisinin diğer çalışma ilişkileri üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmasıdır. Bu nedenle bütün sendikalar ve emek örgütleri bu işi çok ciddiye almalıdır. Aslında bu uygulama yıllardan beri var, bu iş bu noktaya getirilmemeliydi, çok geç kalındı bence. Burada emek örgütlerinin ihmali olduğunu düşünüyorum. Ama bundan sonraki süreçte en azından bu işin üzerine gidilmeli. TEKEL işçileri bu anlamda çok iyi bir şey yaptılar, bu durumu görünür kıldılar.
İlk haftalarda işçilerin Bakanlarla görüşmeleri sırasında Hükümetin “sizin koşullarını iyileştireceğiz, ama eylemi bitirip evinize döneceksiniz” gibi ikna girişimlerinde bulunması da, herhalde daha görünür hale gelmeden bu işin üstünü kapatmak içindi…
Evet, Hükümet eylemin başında sendika ve işçilerle anlaşıp sadece özelleştirme mağdurlarına özgü bir şeyler yapabilse belki amacına ulaşırdı. Ki bunu denediler, mesela 2 Şubat’ta açıklanan iyileştirmeler diğer 4-C’lilere uygulanmadı hala! Böyle bir şeyi kabul ettirebilselerdi, şimdi her koyun kendi bacağından asılır usulü, herkes kendi durumunu düzeltmeye çalışmaya devam edecekti. Ama şimdi her şey çok görünür hale geldi. Mesela 4-C’liler, 4-C statüsünde farklı kurumlarda çalışanlar arasında var olan ciddi farklılıklar hakkında bilgi sahibi oldu.
Hukuki olarak baktığımızda ise, diğer davada alınan, 4-C’yi Anayasa Mahkemesi’ne gönderme kararının tahmin ettiğimiz gerekçesi de gerçekten doğrudur, çünkü bir çalışma ilişkisi Bakanlar Kurulu kararı ile düzenlenemez. Yasa ile düzenlenmesi gerekir. ‘Geçici personel’ adında bir çalışma ilişkisi oluşturmak istiyorsanız da bunun koşullarını (izin, ücret, sözleşmenin yenilenmesi gibi) yasa ile yapmanız gerekir.
Yasa değil de Bakanlar Kurulu kararı olması neyi değiştiriyor?
Temel hak ve özgürlüklerin yasa ile düzenlenmesi esastır, çünkü yasanın değiştirilmesi belli bir prosedür gerektirir. Yasaları yasama organı çıkartır. Konu Meclis’te enine boyuna tartışılır… Bir Bakanlar Kurulu kararı çıkarmak ise, tamamen yürütmenin yetkisinde olan bir şeydir. Yürütme ile yasama arasında paralellikten söz edilebilse bile, yasa çıkarmak her zaman için daha zordur. Ayrıca hukuken Avrupa Sosyal Şartı ve İLO hükümleri de, çalışma ilişkilerinin yasa ile düzenlenmesini öngörüyor.
Bir de, Bakanlar Kurulu kararları ile bu işler düzenlenmeye başlanırsa, her kurumda farklı uygulamalar ortaya çıkabilir. Mesela şu an TÜİK’te çalışan 4-C’liler, TBMM’de çalışan 4-C’liler ve özelleştirme mağduru olup da 4-C’de istihdam edilenler arasında, aynı statüde çalışmalarına rağmen çok ciddi farklılıklar var. Yani yasal düzenleme olmadan idari işlemler yapmak, eşitlik ilkesini ihlal eden uygulamaların da önünü açmış oluyor.
Küçük bir parantez daha açsak… Çalışma koşullarının Bakanlar Kurulu kararları ile belirlenir hale gelmesi yeni bir durum mu?
4-C bendi, 1975’te yasaya girmiş. Türkiye İstatistik Kurumu’nda yıllardan beri uygulanıyor ve çoğunlukla da Bakanlar Kurulu kararları ile uygulanıyor. Bakanlar Kurulu kararı ve diğer yasa altı idari işlemlerle bu işlerin yürütülmesi epeydir uygulanıyor aslında. Ama özelleştirme mağdurlarının 4-C’de istihdam edilmeleri için çıkan ilk Bakanlar Kurulu kararı 2005 tarihli. Asıl vurgulanması gereken ise şu: yasa çıkartılırken bu madde istisnai işler için getirilmiş. 10 yıl önce bu statüde en fazla 4 bin kişi çalıştırılırken şu an yüz bini aşan kişiden bahsediyoruz. Çok ciddi bir fark bu. Şöyle bir şey söylenebilir; gerek performans uygulamaları ile, gerekse güvenceyi sınırlayan uygulamalar ile kamu çalışanları üzerinde baskı yaratma gayreti var. Toplu hakları kullanılamaz hale getiren bireyselleştirici bir sistemi yaygınlaştırma gayreti var. Geçici personel uygulamasının bu kadar yaygın hale gelmesinde de bu eğilimin etkili olduğuna inanıyorum.
Başa dönecek olursak, dava sizin isteminiz doğrultusunda sonuçlanırsa, bu insanlar bir şekilde istihdam edilecek, değil mi? Bunu tekrar soruyorum çünkü Çalışma Bakanı, “Dava açılır, 4-C iptal edilirse işsiz kalırsınız” gibi şeyler söylemişti.
Evet, biz davamızda özelleştirme mağdurlarının 4857 sayılı iş yasası çerçevesinde istihdam edilmesini talep ettik. Dava istediğimiz gibi sonuçlanırsa bu olacak. 4-C’nin iptali ise ayrı bir konudur ama her koşulda devletin istihdam taahhütü vardır zaten.
Bu açıklama o zaman gerçeği yansıtmıyor…
Bir tür gözdağı olarak nitelendirilebilir. Ayrıca devlet yüz bin kişiyi öyle kolay kolay kapının önüne koyamaz.
Ama gerçeği yansıtmasa bile, basının da sunuş şekliyle bu tür açıklamaların insanlar üzerinde bir etkisi oluyor…
Tabii, bir psikolojik savaş bu. “Boşuna eylem yapıyorsunuz” düşüncesini oluşturmak istiyorlar. Ama şu tarafını atlamamak lazım: Gerçek hukuki kazanımlar elde etmek zihniyet değişimleri gerektirir ve bu mücadele uzun vadeli düşünülmelidir. Sadece mevcut kararlarla bitmeyecek bu iş. Özel istihdam büroları meselesi var, kiralık işçi meselesi var… O yüzden tüm emek örgütlerinin bu meseleyi uzun vadeli kavraması ve harekete geçmesi, çalışanların da bu durumun farkına varmaları ve örgütlü olarak bu sürece katılmaları gerekiyor.
Verdiğiniz bilgiler için, zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz, çalışmalarınızda kolaylıklar dileriz.