Emeğin Gücü, Emekçinin Yanındayız...
TEKGIDA-İŞ SENDİKASI
TEKGIDA-İŞ SENDİKASI
ANADOLU ETAP
ATAKEY
FELDA IFFCO
PERFETTİ VAN MELLE
KRAFT HEİNZ
SAFE SPİCE
SAGRA
İZTARIM
DOĞANAY
KESKİNOĞLU
BARRY CALLEBAUT
BEL KARPER
Cargill
Doğadan
Tarım Kredi Birlik
Bolez Piliç
Badem Su
İzmir Su
Elmacık Atasu
Sek_Süt
Yudum_Yag
ORYANTAL TÜTÜN PAKETLEME
Olin_Yag
NuhunAnkaraMakarnasi
Nestle_Su
Pinar
Savola
Pepsi
Tuborg_Bira
Nestle cereals
Yepaş Ekmek
Yesaş
Mey
Nestle
Mauri_Maya
Lipton_Dosan
Mondelez
TtlTutun
TrakyaBirlik
Tat
Tamek
Sırma Su
Sunel
KristalYag
Knorr_Besan
Kent_Cadbury
Efes
ELİT Cikolata
Erikli_Su
Eti
Evyap
Ferrero
Filiz Makarna
Timtas
Kavaklıdere
ibb kent ekmek
Hayat Su
Haribo
Frito Lay
BAT
Barilla_Makarna
Banvit
Aroma
Ankara Fırınları
Akmina
Alpin Su
Bimbo QSR
Bolca Mantı
BUNGE YAĞ
Chipita Gıda Üretim A.Ş.
Coca Cola
Damla Su
Danone
Dr Oetker
Agthia
ANADOLU ETAP
ATAKEY
FELDA IFFCO
PERFETTİ VAN MELLE
KRAFT HEİNZ
SAFE SPİCE
SAGRA
İZTARIM
DOĞANAY
KESKİNOĞLU
BARRY CALLEBAUT
BEL KARPER
Cargill
Doğadan
Tarım Kredi Birlik
Bolez Piliç
Badem Su
İzmir Su
Elmacık Atasu
Sek_Süt
Yudum_Yag
ORYANTAL TÜTÜN PAKETLEME
Olin_Yag
NuhunAnkaraMakarnasi
Nestle_Su
Pinar
Savola
Pepsi
Tuborg_Bira
Nestle cereals
Yepaş Ekmek
Yesaş
Mey
Nestle
Mauri_Maya
Lipton_Dosan
Mondelez
TtlTutun
TrakyaBirlik
Tat
Tamek
Sırma Su
Sunel
KristalYag
Knorr_Besan
Kent_Cadbury
Efes
ELİT Cikolata
Erikli_Su
Eti
Evyap
Ferrero
Filiz Makarna
Timtas
Kavaklıdere
ibb kent ekmek
Hayat Su
Haribo
Frito Lay
BAT
Barilla_Makarna
Banvit
Aroma
Ankara Fırınları
Akmina
Alpin Su
Bimbo QSR
Bolca Mantı
BUNGE YAĞ
Chipita Gıda Üretim A.Ş.
Coca Cola
Damla Su
Danone
Dr Oetker
Agthia
18 Mart 2012
BIRAKIN CENNETİ VAAT ETMEYİ BİZE

Konya Organize Sanayi Sitesi´ndeki işçi-işveren , ilişkileri örneğinde yaptığı araştırmayı Emeğin Tevekkülü adı altında kitaplaştıran Yasin Durak ile dindar isçileri ve bu işçilerle birlikte örgütlenecek emek muhalefeti olanaklarını konuştuk,

BIRAKIN CENNETİ VAAT ETMEYİ BİZE

» İslam ekonomisinin emeğe ve emek-sermaye çelişkisine yönelik tavırları nasıl şekilleniyor?
» Dindarlık, işçilerin ve patronların üretim sürecine bakışlarım ve karşılıklı konumlanmalarını nasıl etkiliyor?
» Emeğin ve işçi sınıfının biatı, din ile parçalanması sonucu oluşan hegemonya nasıl aşılabilir?
Konya Organize Sanayi Sitesi’ndeki işçi-işveren , ilişkileri örneğinde yaptığı araştırmayı  "Emeğin Tevekkülü" adı altında kitaplaştıran Yasin Durak ile dindar isçileri ve bu işçilerle birlikte örgütlenecek emek muhalefeti olanaklarını konuştuk

Yasin Durak’ın Konya Organize Sanayi Sitesi’ndeki işçi-işveren ilişkileri örneğinde yaptığı araştırma, bu temel sorular etrafında bir tartışma örmüş. Dindar muhafazakârlık ekseninde sağlanan ‘ütopik uzlaşmayı’ ve ilişki ağları sistemini gözler önüne sermiş. İletişim Yayınlan’ndan çıkan ‘Emeğin Tevekkülü’ kitabının yazarı Yasin Durak ile dindar işçileri ve bu işçilerle birlikte örgütlenecek emek muhalefeti olanaklarım konuştuk.

‘EMEĞİN TEVEKKÜLÜ’ KİTABININ YAZARI YASİN DURAK

» Kitabınız boyunca İslami sermayenin özellikle AKP iktidarı döneminde bir ideolojik hegemonya kurduğunu ve emek sömürüsünün derinleştiğini söylüyorsunuz.
Bu hegemonya din üzerinden kuruluyor. Burada bence temel sorun şu… Emek düşmanı olan dinin kendisi mi yoksa emek düşmanları dini mi kullanıyor? Her ikisinin de doğru olduğunu söyleyebilirim. İlki, yani dinin kendisinin emek düşmanı olması konusu biraz çetrefilli: Aslında dinin diyalektik kavrayışı onu kendinden menkul bir sömürü mekanizması olarak görmemeyi gerektirir. Zira din, uygulamada emek karşıtı olduğu kadar, ütopik bağlamda eşitlikçi/özgürlükçü muhtevaları da barındırabilir. Hal böyle olunca; egemenlerin kullanımındaki kurumsallaşmış halinden farklı olarak, otantik ve masumane olan, kısmen eşitlikçi önermeleri de içeren bir ‘dinsel öz’ olduğu düşüncesi pekişir ve bu ‘dinsel özün’ egemenlerin elinde bozulduğu, araçsallaştığı düşünülür.

Dikkat ederseniz, dini yaptırımlara karşı "din aslında böyle emretmiyor", "dinde aslında bunlar yok" gibi itirazları sık duyarız bu yüzden. Hatta son zamanlarda Türkiye’de bu ‘dinsel öze’ soldan yaklaşımlar da geliştirildi. Fakat ben ‘kurumsallaşmış dine’ olduğu kadar, bu ‘dinsel öze’ karşı da temkinli olmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü genellikle metinlerde rastlanılan ve ‘metin-merkezci’ konumlanmalarla savunulan bu ‘dinsel öz’, gerçek ilişkiler söz konusuyken kurumsallaşmış din tarafından kolaylıkla massedildiğinden, "dinin aslında böyle emretmediğine" ilişkin cümleler çoğunlukla ‘dinciliği’ pekiştirmekten öteye varamıyor.

Bu yüzden ‘dinsel otoriteye ve otoritenin dinine’ karşı bir ‘alternatif dini söylem’ geliştirmeye yönelik çabalar değerli olsalar da, neredeyse hep bu ‘dinsel özü’ referans aldıklarından oldukça zayıf kalıyorlar. Üstelik hâkim sınıflara bağlı dini önderlerin yahut geleneksel aydınların da mevcut eşitsiz ilişkileri meşrulaştırırken yine bu ‘dinsel öze’ sık başvurduğunu görüyoruz. Bir taraftan her türden insanlık-dışı uygulama din adı altında meşrulaştırılırken, diğer taraftan birilerinin çıkıp dinin adaletinden, iyiliği-doğruluğu emrettiğinden bahsetmesi zaten hep yaşadığımız bir durum:

Sanki din hep yanlış anlaşıldığı için insanlar recmediliyor, kadınlık baskı altına alınıyor, yobazlık oluk oluk kan akıtıyor. Din hep yanlış anlaşıldığı için otoriteyi ve statükoyu bu kadar meşrulaştırıyor, din yanlış anlaşıldığı için emek sömürücüleri dini bu kadar kolay kullanıyor. Hatta sanki din yanlış anlaşıldığı için Madımak alev aldı… Tüm bunlar Papa’nın çıkıp Haçlı Seferleri için özür dilemesine benziyor: "Biz bunu din adına yaptık ama dinde aslında bu yokmuş." O zaman bahsettikleri ‘insancıl dinsel öz’ varsa bile, demek ki din bir şekilde hep yanlış anlaşılmayı başarıyor. Demek ki din kendini yanlış anlatan bir şey.

» O zaman ‘kalpsiz bir dindarlık, işçilerin ve patronların üretim sürerine bakışlarını ve karşılıklı konumlanmalarını nasıl etkiliyor? Dinsel sosyalleşme, emek sürecinde tahakküm ilişkilerine ve politik hegemonyaya elverişli bir zemin oluşturuyor mu?
Din kalpsiz dünyanın kalbi’ ifadesi tam anlamıyla doğru: Demek ki sınıflı toplumun sınıfsal bir Ürünü olarak din, sözde eşitsizlik karşıtı yahut insancıl kelamlar etse de, pratikte sürekli olarak mevcut eşitsiz ilişkilere ve insanlık-dışılığa kan pompalıyor. Hatırlarsınız, Sartre’ın Ali Şeriati’ye ilişkin ünlü bir sözü vardı: "Dinsizim, ama bir dinim olsaydı Şeriati’nin dininden olurdu". Bu bir ölçüde "Şeriati’nin inandığı gibi bir din aslında olmadığı için ben dinsizim" anlamına geliyordu. Ben de yaklaşık olarak bundan bahsediyorum.

» Patronlar tarafından ‘özveri’ sözcüğü etrafında sömürünün pekiştirildiği anlatılıyor kitabınızda. Dinci patronların ‘özveri’ propagandasını anlatır mısınız? İşçiler bu konuda ne diyor?
Patronların ‘özverili’ olmaktan anladıkları şey, her bir işçinin çalıştığı işletmenin çıkarlarını kendi çıkarlarıyla özdeşleştirmesi ve bu sayede patronun talepleri için varını yoğunu ortaya koymasıydı. Aslında kısmen bu ‘özveriyi’ ortaya çıkarmayı başarıyorlardı da. Dinci retorik sayesinde işverenlere ait çıkarların milletin genel çıkarlarına hatta İslam âleminin genel başarısına kadar evirilen bir ‘kamusal vicdana’ iliştirilmesi, "herkes elinden geleni yapıp işini en iyi şekilde yaparsa her şeyin kusursuz olacağına" dair klasik kapitalist ideolojik düstur ile birleştiğinde, bu ‘özveri’ beklentisi bir kısım işçilerin zihninde son derece makul bir hal alıyordu. Fakat yine de işçilerin ‘özveri’ talebine karşı geliştirdikleri tutum, işverenleriyle aralarındaki ilişkinin genel seyrine göre belirlenmekteydi. İşçilerin tutumu çoğunlukla bu ‘özveriyi’ karşılamaya yönelik olabildiği gibi, işverenlerle ilişkileri gerildiğinde, patronlarının ‘özverili’ olmak gibi taleplerini umursadıkları söylenemez.

» Ekonomik krizi patronların haram yemesi ile mi özdeşleştiriyorlar?
Açıkçası genel olarak doğrudan böyle bir özdeşleştirme olduğu söylenemez. Yani "patronlar haram yediği için ekonomik kriz oluyor" gibi bir ifadeyle karşılaşmadım, faka ekonomik krizde iflas etmeyen bir işletmeci nin bu ‘başarısını’ onun kul hakkı yememesine ve dindar olmasına bağladıklarını sıklıkla gördüm. Yani "ekonomik kriz patronlar haram yedikleri için oluyor" gibi bir düşünce yok, fakat özellikle işçilerde haramdan, faizden ve haksız kazançtan kaçınmak yoluyla ekonomik kriz benzeri şiddetli piyasa yaptırımlarından yahut her türden kapitalist beladan "Allah’a sığınmak" gibi bir eğilim var.

» TEKEL işçilerinin eylemleri gibi direnişleri Konya’daki dindar emekçiler nasıl karşılıyor?
TEKEL direnişine karşı son derece sert sözler sarf ediyorlardı "Patronlar haram yediği için ekonomik kriz oluyor" gibi bir ifadeyle karşılaşmadım, fakat ekonomik krizde iflas etmeyen bir işletmecinin bu ‘başarısını’ onun kul hakkı yememesine ve dindar olmasına bağladıklarını sıklıkla gördüm.
Benim araştırma yaptığım dönemde TEKEL direnişinin yankıları sürmekte olduğundan görüşmelerde konu sıklıkla TEKEL örneğine geldi. Üzülerek belirtmeliyim ki; Konya’da işverenlerin TEKEL işçilerine ilişkin ifadeleri buradaki işçilerin ifadelerine göre nispeten daha olumluydu, bunlar en azından çoğunlukla hakarete varmayan eleştirilerdi ve TEKEL işçilerinin de bir anlamda ‘AKP öncesi düzenlemelerin mağduru’ oldukları düşüncesi söz konusuydu. Buradaki işçiler ise kendi yaşadıkları çetin piyasa koşullarının sorumlusu olarak patronlarını, devleti, hükümeti yahut ‘sistemi’ değil, devlet kadrolarında istihdam edilen diğer işçileri birinci dereceden sorumlu tutuyor, bu yüzden de TEKEL direnişine karşı son derece sert sözler sarf ediyordu.

» Sendikaya nasıl bakıyorlar?
Sendikal örgütlülük burada çalışma ilişkilerinin göreneksel çerçevesi tarafından dışlanmıştı. Ancak bu kesinlikle sendikal örgütlenmenin hiç olmadığı anlamına gelmiyor. Az sayıda da olsa sendikalı işçi var. Fakat yaptığım görüşmelerde, herhangi bir işçinin ya da işverenin ağzından sendikaya ilişkin olumlu bir sözcüğün çıktığına rastlamadım. Genellikle sendikaların ‘ideolojik’ olduğu, işçilerin hakkını savunmaktan ‘başka amaçlarla’ hareket ettiği, sendikaların ‘özel sektörde etkili olamayacağı’, iş yerindeki sorunların patronla ‘adam gibi’ konuşarak çözülmesi gerektiği, sendikaya gerek olmadığı, sendikal faaliyetin ‘gereksiz sorumluluklar’ yüklediği, hatta sendikaların ‘sadece maden işçileriyle ilgili bir şey’ olduğuna kadar varan ifadeler söz konusuydu.

» Bu doğrultuda patrona karşı çıkanlar, patronlar tarafından ‘ahlaksız’ olarak mı yaftalanıyor?
Çalışma ilişkilerinin göreneksel çerçevesi dindar-muhafazakâr meşruiyet kalıplarına hapsedildiğinden; geç kalan, iş yavaşlatan ya da bir şekilde patronun taleplerine karşı çıkarak işinin gereğini yerine getirmediği düşünülen işçilerin, söz konusu dindar-muhafazakâr değerlere de uymadığı düşünüldüğünden, patrona karşı çıkanların ‘ahlaksız’ olarak yaftalanması söz konusu. Özellikle patronların işten çıkardıkları bazı işçiler hakkındaki ifadelerinde bu ‘ahlaksız’ yaftasına sık rastlanıyor. Ancak dindar-muhafazakâr meşruiyet kalıplarına ters düşmeksizin patronun taleplerine aynı dinsel retorikle karşı çıkmak ‘ahlaksızlık’ değil. Örneğin işçilerin namaz izinleri için patronlarına karşı çıkması, patronlar tarafından açıktan ‘ahlaksızlık’ olarak ifade edilemiyor. Yani patronlar kendi otoritelerini meşrulaştıran referanslara asla kolaylıkla karşı çıkamıyor.

» Özelleştirme konusunda ne düşünüyorlar?
Genel olarak işçilerin ve işverenlerin özelleştirmelerin hakkaniyetli, gerekli ve doğru olduğu konusunda fikir birliği içerisinde olduklarını söyleyebilirim. Devlet kadrolarında istihdam edilen işçilerin ‘milletin sırtında kambur’ olduğuna yönelik bilindik ideolojik parola burada da geçerliydi.

» Bir işçi işten atılınca bu hegemonya kırılmıyor mu?
Tam olarak kırıldığı söylenemez. Öncelikle zaten buradaki hegemonik kültüre yeterince uyum sağlayamayan işçilerin işten çıkarıldığını görüyoruz. Bunlar için zaten bir ‘kırılmadan’ söz edemeyiz. Bununla beraber işçilerin işten atılma deneyimi sonrasında özellikle önceki iş yerlerine ilişkin olarak anlattıkları hikâyelerde, patronlarının dindar-muhafazakâr retoriği ve enformel bağların oluşturduğu ‘güveni’ kötüye kullandığına dair şikâyetlere sık rastladım. Yaşamadıkları sürece, iş kazalarının teşhir ettiği çelişkileri görmüyor

» Bu dinsel hegemonyadan ‘kopuş’ denilebilecek ölçüde ani bir algı dönüşümünün iş kazaları olduğunda olduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Bildiğiniz gibi AKP’nin ilk icraatlarından birisi olan 4857 Sayılı İş Kanunu, emekçiler açısından zaten acımasız olan çalışma ilişkilerini mümkün olan en insanlık-dışı vaziyetine eriştirdi. Bu yasal düzenlemeyle her ne kadar minimuma indirilse de, halen işçilere verildiği  söylenilen haklar var. Ancak bunlar da sadece kâğıt üzerinde geçerli olduğundan, şu an Türkiye’de herhangi bir emekçinin hukuki mücadele yoluyla hakkını araması çok zor. Zira sözleşmeleri yapılırken dahi tarih atılmamış, istifa dilekçeleri imzalattırılarak işe alınan emekçiler için, kendilerine verildiği söylenen yasal haklar anlamsız. Yani mevcut hukuki düzenekte işçilere verilen bu ‘sözde haklar’ işçi sakat kalana değin ‘de facto’ olarak hükümsüz.

İş kazaları ise, hukuki olarak en azından bir tazminatı garanti ettiğinden, iş kazası geçiren emekçiler genellikle hukuki mücadeleye girişiyor. Bununla beraber, iş kazası geçirerek tazminatın peşine düşen bir işçi, öncelikle patronlarının kullandığı sosyal ilişki ağları aracılığıyla, yakın çevresi tarafından ve yine hegemonyanın lisanıyla baskı altına alınıyor. Hal böyle olunca iş kazaları ve sonrasında tecrübe edilen şeyler, işçilerin zihninde, içerisinde bulundukları çelişkileri ve kültürel öriintülerın asıl anlamını fazlasıyla netleştiriyor.

»İş kazalarını teşhir eden bir muhalefetin anlamı olur mu?
Elbette ki bir anlamı olur. Hatta kesinlikle böyle vakaların peşine düşülmesi, mümkün mertebe teşhir edilmesi gerekir. Ancak asıl mesele, bu deneyimin iş kazası geçirmeyen işçilere nasıl aktarılacağıdır. Zira işçiler kendileri yahut kendilerine çok yakınları yaşamadığı sürece, böylesi deneyimlerin teşhir ettiği çelişkileri görmüyor. kat bu işçiler de daha sonra çalışmakta oldukları işletmelerde aynı hegemonik kültüre tabi olmaya devam ediyordu.

İşten çıkarılma deneyimiyle elbette ki kültürel hegemonyadan bireysel uzaklaşmalar söz konusu oluyordu, fakat kolektif bağlamda işten çıkarılmalarla oluşan bir kırılmadan söz etmek en azından benim araştırma yaptığım dönemde mümkün değildi.

» Peki, bu emek düşmanı hegemonya nasıl kırılabilir?
Açıkçası bu konuda bir reçete oluşturmanın yahut karşı-hegemonik bir yol göstermenin gerçekçi olacağını düşünmüyorum. Zira kültürel hegemonya derken bile sürekli oluşan, mayalanan, yenilenen bir ilişkisellikten bahsediyorum. Fakat söz konusu ilişkiselliğin şu anki uğrağı, biraz önce sözünü ettiğimiz karşı çıkışların kolektif bir temayüle dönüşmesinde bir imkân gösteriyor. Elbette ki bu da işçi sınıfının ortak deneyiminin ifadesini sunacak bir çeşit örgütlülüğün yaratabileceği bir imkân.

Fakat benim araştırma yaptığım bölgede, işçi sınıfına ait deneyimlerin ortaklaşabileceği alanlar gerek söylemle, gerek sosyal ilişki ağlarıyla, hatta mekânsal olarak bile yok edildiğinden, işçilerin birbirleriyle deneyimlerini paylaşabileceği, işverenlerin manipülasyonundan bağışık apayrı bir dünyaları neredeyse yok gibiydi. Yine de son tahlilde kolektif bir itiraz her an mümkün, mesela kültürel hegemonya dediğimiz denetim biçimi özellikle kendi retoriğini kullanan itirazlar karşısında oldukça zayıf görünüyor. Hatta işverenler de bunun farkında ve böylesi itirazların yaratabileceği risklere karşı her zaman hazırlıklı olmak için özel bir çaba sarf ediyorlar.

SENDİKAYA KARŞI CUMA HUTBESİ!
Özellikle dinsel hassasiyetlerin yüksek olduğu bölgelerde din, rahatlıkla bir istismar konusu haline getirilebilmektedir. Bunun en önemli örneklerinden biri Düzce’de 29 Nisan 2011 Cuma günü verilen hutbedir. Düzce’de Beyköy beldesinde Birinci Organize Sanayi Bölgesi’nde su pompaları üretimi yapan Mas-Daf Pompa A.Ş.’de çalışan 120 işçinin Birleşik Metal-İş’e üye olmasından sonra yaşanan işten çıkartmalara karşı gelişen eylemlerin önünü kesmek için kamu görevlisi olan bir imam cuma hutbesinde şunları söylemektir:
"Yüce dinimiz İslâm’a göre dünya ve âhiret mutluluğunun temeli çalışmak, alınteri dökmek ve helalinden kazanmaktan geçer. Çalışmak, insanı güzel düşünmeye, insana mutluluk yollarını bulmaya sevk eder. Bir insanın elinin emeğinden daha güzel bir kazanç olamaz… Dinimizde işçi ve işverenin karşılıklı olarak hak ve hukukları vardır. İşçinin sorumluluğu işini dürüst bir şekilde yapmaktır. İşini icra ederken bütün iyi niyet ve maharetini kullanmaktır. Bunun aksi, kul hakkı almak olur. Kul hakkı ise sahibiyle helalleşmeden Allah’ın affetmediği haklar arasındadır. İşverenin sorumluluğu ise işçisine ancak gücünün yeteceği işi yüklemek olmalıdır. Ona zulüm etmemelidir…
Yüce dinimiz işverenle işçi arasında her zaman adaletli bir bağ kurmuştur. Her ikisinin de karşılıklı olarak uymaları gereken prensipler koymuştur. İşyeri, işçi için ekmek kapısı demektir. Çalışanın geçimi bu ekmek kapısına bağlıdır, işi gereğinden fazla yavaşlatmak veya işyerine zarar vermek, kârı ve kârlılığı azaltıcı davranışlarda bulunmak çalışanı ağır dini mesuliyet altına sokar."
(kaynak: http://bianet.org/bianet/emek/130117-hangi-inanc-haksizliga-karsi-sessiz-kalmayi-onerir )

DİĞER HABERLER
ASGARİ ÜCRETTE 30.000 TL HAYAL DEĞİL
ASGARİ ÜCRETTE 30.000 TL HAYAL DEĞİL

Türk-İş’in talep ettiği 29 bin 583 TL hatta CHP’nin ortaya attığı 30 bin TL’lik asgari ücret, SGK uzmanı İsmail Sevinç’in de hesaplamalarıyla kanıtladığı üzere hayal değil.

ASGARİ ÜCRET TESPİT KOMİSYONU
ASGARİ ÜCRET TESPİT KOMİSYONU

Türk-İş, 2025 için 29 bin 583 TL asgari ücret talep ederken hükümet ve işveren blokunun işbirliği, işçinin taleplerini gölgede bırakıyor.

ÖZGÜR ÖZEL’DEN POLONEZ İŞÇİLERİNE ZİYARET
ÖZGÜR ÖZEL’DEN POLONEZ İŞÇİLERİNE ZİYARET

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Tekgıda-İş Sendikası’na üye olduktan sonra işten çıkarılan Polonez işçilerinin Çatalca Adliyesi önündeki nöbetini ziyaret etti.

POLONEZ İŞÇİLERİNE KAYMAKAM ERMİŞ’TEN ZİYARET
POLONEZ İŞÇİLERİNE KAYMAKAM ERMİŞ’TEN ZİYARET

Polonez işçilerinin mücadelesinde 153. gün geride kalırken Çatalca Kaymakamı Erdoğan Turan Ermiş direniş alanına gelerek işçileri ziyaret etti. Kaymakam Ermiş, işçilere idare olarak bu süreçte neler yaptıklarını anlattı