Türkiye 24 Haziran seçimlerinin ardından tek adam rejimine yönelik birbiri ardına gelen Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile sarsılırken, ekonomik veriler ise kötü haberler vermeye devam ediyor. Dolar kuru, enflasyon ve faiz oranlarındaki artış yoksulun küfesine kira, benzin ve gıda fiyatları olarak yeni yükler eklerken, borçlanmaya bağlı olarak kredi kartı ve bireysel kredi kullanımından dolayı bankalarla ihtilaflı duruma düşen kişi sayısı 3 milyonun üzerinde seyrediyor. Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu (TESK) verilerine göre ise son dört yılda batan esnaf sayısı 430 bin 275’i buldu. Ekonomideki tabloyu BirGün’e değerlendiren Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi MALİye Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Serdal Bahçe, "Kapitalizm artık kristalize kriz durumunda, uygulanan politikalarla yoksullaştırılan yurttaşlar rıza göstererek borç batağı ve yardım rejimine itiliyor. Fatura yine yoksullara kesiliyor" diyor.
» En çok konuştuğumuz konuyu size sorarak başlayalım; Krizde miyiz, ya da ne kadarlık mesafedeyiz?
Kriz anlık bir çöküşü anlatan bir kavram ise genelde günümüz kapitalizminin, özelde ise Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu durumu anlatmaktan uzaktır. Daha genel bir ifadeyle anlık ve bir kerelik bir çöküntüyü anlatan bir kavram sürekli ve tedrici çöküntü ve çürümeyi betimleme konusunda yetersiz kalmaktadır. Çünkü hem Türkiye kapitalizmi hem de dünya kapitalizmi tedrici ve süreli olarak çökmekte ve çürümektedir. Kısacası kriz süreklidir ve genelleşmiştir. Kapitalizm artık kristalize kriz durumundadır.
Türkiye örneğinde bu yargının doğruluğu çok açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Enflasyon oranındaki, faizdeki, döviz kurundaki artışlar yapısal sorunun dışavurumlarıdır. Türkiye ekonomisinin var olmak için cari açığı ve dış kaynak ihtiyacı büyümektedir. Var olmak için bölüşüm göstergelerini emekçiler aleyhine bozmak zorundadır. Büyürken hem kapitalist firmaların hem de halkın borç yükünü arttırmak zorundadır. Böylece var olduğu sürece kriz dinamiklerini çürüyerek biriktirmek, kriz patlayıp küçülme moduna geçince aynı öyküye daha yüksek bir maliyetle başlamak zorundadır. Bu nedenle krize olan mesafeyi hesaplamak nafile bir çaba olacaktır, çünkü Türkiye kapitalizmi yapısal krizin bedenleşmiş halidir.
3 milyondan fazla kişinin mülkü yok
» Türkiye’de yoksulluk kıskacım nasıl yorumluyorsunuz?
Sevgili hocam ve dostum Ah met Haşim Köse ile uzunca bir süredir Türkiye’de toplumsal ve sınıfsal yapının değişimini analiz etmekteyiz. Bu sorunuza uzun soluklu çalışmanın bulguları eşliğinde cevap vermek yerinde olacaktır. Özellikle AKP’li yıllarda Türkiye ciddi bir toplumsal dönüşüm yaşamıştır, yaşamaya da devam etmektedir. Bu dönüşümün sonuçları; yüksek düzeyde emekçileşme, köylülüğün ve küçük üreticiliğin erimesidir. Özellikle hiçbir mülkü ve ek geliri olmayan emekçi hanelerinin sayısı 3 milyonu geçmiştir. Bu hızda bir emekçileşme hiç kuşkusuz özellikle kentli sınıfların temel tüketim maddeleri fiyatlarındaki enflasyonu daha da yakıcı hale getirmektedir.
Ancak buna geçmeden önce kapitalizm açısından yoksulluk/yoksullaşmanın ne anlama geldiği hakkında birkaç kelam edelim. Öncelikle kapitalizmde yoksulluk rejimi emek gücü üzerindeki kontrolün ayrılmaz bir parçasıdır. Kapitalizmin ideologları yıllarca çalışmayı, maddi ve moral yoksullaşmanın/yoksunlaşmanın ilacı gibi gösterdiler. Oysa şimdi veriler asıl çalışanların hızla yoksullaştığını göstermektedir. Üstelik yoksullar üzerine çalışmalar, yoksullaşmanın moral ve ahlaki yoksunlaşma ile kol kola gittiğini göstermektedir. İlke çok basittir; yeterince yoksul ve sefil hale getirirsen daha uyumlu çalışırlar.
Bu anlamda mülksüz emekçi kitlesinde artış ve reel ücretler üzerindeki baskı kuşkusuz temel geçim maddelerindeki enflasyonu emekçiler açısından daha vurucu hale getirmekte ve onları -eğer var ise- bir yoksulluk sınırının altına doğru hızla itmektedir. Artan enflasyon asli olarak gıda, ulaştırma (benzin) ve kira da ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz bu üç kalem emekçiler ve yoksulların tüketim harcamalarının büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu durumda mutlaka emekçi sınıflar, özellikle de en yoksul ve mülksüz kesimleri açısından bunun sonucu sisteme yönelik gönüllü/gönülsüz rıza yaratan borçlanma ve yardım rejimine daha da tabi olma soncunu doğuracaktır.
» Türkiye’de yoksulluk artık çıplak gözle görünür halde. Bu tablo ne kadar taşınabilir?
Yoksulluk sınırı hesapları oldukça tartışmalıdır ve manipülasyona çok açıktır. Bu anlamda öncelikle yoksulluk sınırı terimine yönelik şüphemizi ifade ederek başlayalım.
Çalışanlar ve işsizlerin yoksulluk sınırının altında kalması ise, artık işgücü süreçlerine dahil olmanın ve çalışma isteğinin bireyleri ve haneleri yoksulluktan kurtarmadığını göstermektedir. Sistemin ideologları yıllarca çalışma isteğinin kendisinin her türlü ahlaksızlık ve sefillikten kurtuluşun yolu olduğunu vurgulamışlardır, şimdi ise çalışmak sefillikten başka bir şey yaratmıyor. Çalışma isteği tek başına kötü kaderden kurtulmaya yetmiyor, Türkiye’de sayıları artan işsizler buna defalarca şahitlik edebilirler.
Asgari ücretin ise insani yaşam standartları açısından çok düşük olduğu açıktır. Dahası sahip olduğu seviye aynı zamanda ahlaki olarak da savunulamaz durumdadır. Asgari ücretin düşük olması aynı zamanda genel ücret seviyesinin de düşük olması sonucuna yol açmaktadır. Böylece emeğiyle geçinenler en temel gereksinimlerini bile karşılayamayacak duruma düşmekte ve benzer lanete sahip iki yoldan birine başvurmak zorundadırlar. Ya borçlanacaklar ya da onları siyaseten iktidara bağlayan yardım ağlarına eklemlenecekler. Takipte olan çok sayıdaki kredi kartı borçlusu sürecin doğal sonucudur.
Ancak hem borçlanma hem de yardım rejimi sonsuza kadar sürdürülemez. Üstelik bu yollardan birine başvuranlar bir daralma sırasında ilk feda edilenler olacaklardır.
» AKP iktidarı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan başta faiz indirimi olmak üzere birçok adımdan bahsediyor. Bu kadar kırılgan bir tabloya rağmen bu adımlar mümkün mü?
Yeni liberal programı uygulayan ardışık hükümetler yıllarca şu ünlü "enerjik ve dinamik KOBİ’ler masalını terennüm edip durdular. Diğer taraftan KOBİ’ler arasında dayanışma ağlarının oluşmasını ve onları ortak hareket etmeye itecek tüm mekanizmaları baltalayarak onları kendi aralarında ölümcül bir rekabete ittiler. Üstelik bu Türkiye büyük sermayesinin de işine geldi, çünkü KOBİ’lere yaptırdıkları fason üretimi olabildiğince düşük maliyetle yürütme şansını yakaladılar. Böylece dalga yükseldikçe sayıları artan, dalga durunca üyelerinin büyük bir bölümü iflas eden KOBİ’lerden oluşan bir acayip üretim ağı doğdu. KOBİ’ler aynı zamanda düşük ücret ve yüksek sömürünün de en asli dayanağı oldular. Ancak düşük ücret bile onları kurtarmaktan acizdir, çünkü özellikle işletme maliyetleri açısından para ve finans piyasalarına göbekten bağlıdırlar. Böylece en küçük bir dalgalanmada ya satış zorluğundan ya da finansman zorluğundan iflas etmenin hep kıyısında indirmeye çalışmak yabancı sermayeye daha fazla kaynak aktarımından başka bir şey vaat etmeyen bir ülke için imkansızdır. Böylece yakın gelecekte faizin daha da artacağını beklemeliyiz. Bu durumda "enerjik ve dinamik" KOBİ’lerin bir bölümü daha iflasa sürüklenecektir. Türkiye yeniden IMF’ye mahkum kalabilir mi? Fatura yine yoksullara mı kesilecek? Sizin sorunuzun cevabına başka bir soru ile başlayalım: Başka ne yapabilirler? Ya da spekülasyona açık başka bir soru ile devam edelim: Eğer 24 Haziran’da iktidar değişmiş olsa idi, AKP’den görevi devralan başka ne yapabilirdi? Günümüz kapitalizmi yeniden paylaşımı ya da daha istikrarlı bir patikayı hedefleyen en küçük bir reforma bile manevra alanı bırakmamıştır. Artık yönetilemez ve sürdürülemez haldedir. Yeni liberalizm diye adlandırdığınız kapitalizmin özüdür, başka bir kapitalizm vizyonunu hayata geçirmenin imkansız olduğu çağları yaşıyoruz. Bu nedenle AKP ya da başka bir burjuva siyasi aktörü bu programa mahkumdur. IMF ile kurumsal olarak bulunurlar. Bu nedenle son faiz artışları onları çok kötü vurdu ve ilerideki faiz artışları daha da kötü vuracak.
Faiz konusunda ise Türkiye kapitalizmi sürekli bir açmazın içindedir. Türkiye sürekli dış kaynağa ihtiyaç duyar bir haldedir ve bu anlamda faiz hadleri üzerinde sürekli bir yükselme baskısı vardır. Özellikle sermaye çıkışı var ise (ki veriler olduğunu göstermektedir) faizi niden ilişkiye geçilip geçilmeyeceğinin en azından Türkiye emekçileri açısından çok fazla bir önemi var mıdır bilinmez? Yaklaşık 40 yıldır IMF programı uygulanıyor zaten. Belki yeni bir ek dış kaynak şansı yaratması açısından önemi olabilir ancak her yeni dış kaynak sorunları ağırlaştırmaktan başka ne yapmaktadır ki? Fatura ise emin olun aynı adrese kesilecektir.