ÇALIŞMA BAKANLIĞI İŞÇİNİN DOSTU MU, DÜŞMANI MI?
Kapitalizmin gelişmesi; işçileri, emekçileri sermaye karşısında hak arayamaz hale getirince, işçilerin arayışları sendikaları doğurdu.
İşçilerin sendikal örgütlenmelerinin büyümesi, güçlenmesi poitikacıları harekete geçirdi. Özellikle sosyal demokrat hareketler işçi-işveren ilişkilerinde hakem rolü üstlenmek üzere çalışma bakanlıklarını devreye soktu. Çalışma bakanlıklarının işçi-işveren ilişkilerindeki rolü ise hakem olmaktan ziyade ilişkilerin zayıf tarafı olan işçileri, daha geçerli bir tanımlamayla emekçileri, güçlü taraf olan sermaye karşısında korumak şeklinde tanımlanıyordu.
Türkiye’de de 1930’lu yıllarda ticaretin ve sanayinin gelişmesine bağlı olarak bir ücret karşılığında çalışanların sayısı artmakta, işçi-işveren arasında ortaya çıkan sorunların çözümünde Borçlar Kanunu yetersiz kalmaktaydı. Çalışma Bakanlığının ilk nüveleri İktisat Bakanlığı bünyesinde bürolar ve daire başkanlıkları şeklinde oluşsa da Çalışma Bakanlığının kurulması için en az on yıl geçmesi, 2. Dünya Savaşı sonrasına Türkiye’nin Batı Kulübü içinde yer aldığını ilan etmesi sonrasına, 1945 yılma gelinmesi gerekti.
Çalışma Bakanlığı’nın felsefesi, zayıf olanı korumaktan hareket etmesini gerektirse de bunun gerçekleştiğini görebilmek için Bülent Ecevit gibi bir sosyal demokrat siyasetçinin Çalışma Bakanlığı koltuğuna oturması gerekecekti. Ecevit’in zayıf olanlara sahip çıkmak felsefesine sıkı sıkıya sarılması sonrası sendikal örgütlenme, hak arayışları tarihinin en üst düzeyine çıkmış, Çalışma Bakanlığı’nın önermeleri ile yapılan düzenlemelerle toplumsal adalet, üretileni hakça paylaşılması konularında epeyce ilerleme sağlanmıştı. Bu süreç, bir yandan Devrimci İşçi Sendikaları’nm (DİSK) kurulmasını sağlarken, diğer taraftan da durumdan rahatsız olan işverenlerin, uluslararası sermayenin Türkiye için yeni projeler üretmesine kadar sürüklenmesine sebep olacaktı. Yürütülen bu kampanyanın sonu, bizleri 12 Eylül 1980 askeri cuntasının kucağına atacaktı.
İşverenlerin arzuladığı, özlemle beklediği cuntanın ilk işi mücadeleci sendikaları kapatmak, sendikacıları tutuklamak, İş Kanunu’nu ve Sendikalar Kanununu kendi felsefesine uygun olarak yeniden yazmak olacaktı. O tarihten bu yana Türkiye üyesi olduğu Birleşmiş Milletler Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) cephesinde her yıl sanık sandalyesinde oturmaya, her yıl yeminler etmeye, ‘Bu yıl, iş ve sendikalar kanununu söz verdiğimiz, imzaladığımız ILO standartlarına uygun hale getireceğiz’ diye yeminler etmeye devam etti.
AKP hükümetleri döneminde de bu sözler, bu yeminler her yıl tekrarlandı. Ama yemin etmek, söz vermek çok kolaydı, ‘yemin et ama unut’ taktiğini onlar da uyguladı.
AKP iktidarı, 2012 yılında Sendikalar Kanununda sözde ILO’nun istediği, beklediği değişiklikleri de içeren bir düzenleme yaptığını iddia etti.
Ama bu doğru değildi, Erbakan Hoca’nın deyimi ile ‘pansuman tedbir’ moda deyimle sadece ‘yüz nakli’ gerçekleşmişti. Çalışma Bakanlığı da, hükümet de zayıf olan işçiler için değil güçlü olan patronlar için düzenleme yapmıştı. Üstelik sözde yeni yasanın Ekonomik Sosyal Konsey Üyesi’ konfederasyon üyesi olan yani Türk-İş, Hak-İş ve DİSK konfederasyonlarına üye sendikalara baraj konusunda sağladığı çok önemli bir avantaj dikkat çekiciydi. Anlaşılan kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklarda mevcut sendikal sistem kendisini korumak adına hükümet ile anlaşmıştı. Ekonomik Sosyal Konsey Üyesi üç işçi konfederasyonuna üye sendikalara yüzde 1 örgütlenme barajı getirilirken, bağımsız sendikalara baraj yüzde üç oluyordu.
Bu durum Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü. Anayasa Mahkemesi, Çalışma Bakanlığı’na ve sendikacılara ders anlamına gelecek bir karara imza attı. Raportörün incelemesi o kadar kapsamlıydı ki İLO sözleşmeleri, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa Sosyal Şartı incelenmekte, konu ile ilgili akademisyenlerin (hocaların) makaleleri, öğretileri, teorileri Anayasa Mahkemesi kararma tam olarak yansıyordu.
Anayasa Mahkemesi, kendisini korumak adına eşitlik ilkesini ve İLO sözleşmelerini bir kenara koyan sendikacılara da, zayıf olan işçileri koruması gerektiği halde güçlü olan işverenleri korumayı tercih eden Çalışma Bakanlığı’na da ‘eşitlik ve örgütlenme özgürlüğü’ dersi veriyordu. Bu felsefe ile çalışacaksa Çalışma Bakanlığı’m kapatıp zayıf olan işçileri korusun diye Anayasa Mahkemesi’ni daha fazla çalıştırmak gerekebilir.