“Dolar tuzağı” kavramına ilk olarak Project Syndicate sitesinde Yu Yongding tarafından kaleme alınan bir makalede rast geldim.(1) Yu Yongding, Çin Bilimler Akademisi uzmanı ve Çin Dünya Ekonomisi Enstitüsü Direktörü. Yazısında, Prof. Yongding, Çin ekonomisinin son on yıllık gelişiminden örnekler vererek, dolar rezervlerine bağımlılığın Çin ekonomisinin sürdürülebilir sanayileşmesi önünde önemli bir engel oluşturacağı uyarısını yapıyordu.
Kavram Türkiye ve benzeri gelişmekte olan ülkelerin yapısal nitelikli sorunlarına da ışık tutmaktadır. Türkiye, özellikle 2003 sonrasında küresel piyasalardaki döviz bolluğunun cazibesine kapılarak tüketim talebine dayalı ve dövizin ucuzluğu sayesinde dolar bazında “mucize büyüme” tasvirleriyle süslenen sahte bir büyüme dönemi yaşamıştı. Dış açık yaratan ve dış borçlanmayı özendirici olduğu ölçüde de sürdürülemez nitelikli bu sahte İsviçreleşme süreci, bir yandan da ulusal sanayinin yurtiçi yatay ve dikey girdi-çıktı bağlantılarını tahrip ederek, ulusal ekonomiyi ithal sermaye yoğun teknolojilere mahkûm kılıyor ve istihdamı engelleyici, taşeronlaştırıcı ve işgücü piyasalarını parçalayıcı bir süreci tetikliyordu.
Türkiye, dolar tuzağının sonuçlarını sadece sürdürülemez nitelikli büyümenin risklerinde değil, aynı zamanda Soma cinayeti örneğinde olduğu gibi, çarpık sanayileşme ve işgücü piyasalarında dibe doğru yarışın sosyal tehditlerinde de yaşamaktadır.
Dövizin yapay ve geçici ucuzluğuna dayalı bu tür sağlıksız büyümeyi iktisatçılar farklı kavramlarla da tanımladılar. Doğal kaynak ihracatının olası kıldığı döviz bolluğunun üretim yapısını ticarete açık sanayi sektörleri aleyhine çevirmesini betimleyen Hollanda Hastalığı veya üretkenlik yorgunluğunu özetleyen Orta Gelir Tuzağı kavramları bu tür tehditleri ele almaktaydı. Ancak, “dolar tuzağı” tehlikesi baştan sadece gelip geçici konjonktürel bir olgu olarak görünen ve hiç fark ettirmeden, sinsice için için işleyen bir sürecin ürünüydü. Sanki günlük önemsiz bir fiyat hareketi gibi gözlenen dolar tuzağı, yıllarca biriken yapısal sorunların ana kaynağı haline dönüşüverdi.
Söz konusu süreçte, “döviz” sadece bir finansal fiyat olmaktan çıktı, neredeyse emek ve sermaye gibi bir üretim faktörü olarak işleyen bir üretim modeline dönüştürüldü. Türkiye’de de büyüme hesapları doların fiyatının ne olacağına indirgendi; reçeteler basitleştirildi: Serbestleştir, özelleştir, yabancı sermayeyi özendir.
***
Kanımca dolar tuzağı tehdidinin ana kaynağı 1980 sonrası iktisat bilim dünyasında gerçekleştirilen muhafazakâr, neoliberal karşıdevrim öğretilerinin dikte ettirdiği “piyasalar her şeyi çözer – döviz kuru serbest olmalıdır” dogmalarında yatmaktadır. Söz konusu dönemde “modern” merkez bankacılığı giderek tekdüzeleştirildi, enflasyon hedeflemesi diye adlandırılan bir anlayış çerçevesinde görevleri sadece ve sadece tek bir hedefe indirgendi: ürün fiyatlarında istikrar sağlamak. Finansal varlıkların fiyatları (döviz fiyatları ile birlikte) ise piyasa oyuncularının kaprislerine terk edilecek, merkez bankaları olur olmaz politikalarıyla piyasaların kararlarını etkilemeyecekti.
Enflasyon hedeflemesi diye adlandırılan para politikalarının merkez bankalarını edilgen bir konuma sürüklediği ve paranın nesnel bir değer ölçüsünün söz konusu olmadığı bir dünyada, spekülatif dalgalanmalara açık olan serbest döviz kur rejimlerinin iddia edildiği gibi şok önleyici değil, şok yaratıcı olacağı uyarıları ise neoliberalizmin karanlık ortaçağında bastırılarak iktisat gündeminin dışına itildi.
Geçen hafta Ürdün’de toplanan Uluslararası İktisat Birliği’nin yıllık kongresine katılma fırsatı buldum. Kongrede Massachusetts, Amherst Üniversitesi’nden Profesör Gerald Epstein, merkez bankalarının enflasyon hedeflemesine indirgenen politikalarının kalkınma hedefleriyle çelişmekte olduğunu vurguladı. IMF Araştırma Dairesi’nden Jonathan Ostry ise IMF’nin klişeleşmiş tekdüze reçetelerini iterek, “döviz piyasalarına müdahale etmenin enflasyon hedeflemesiyle çelişmeyeceğini” savunarak hepimizi şaşırttı.
1980’lerin baskıları ve neoliberal ortaçağın dogmaları altında iktisat eğitimi görmüş bizler, mesleğe yeni atılan genç iktisat öğrencilerimizi ne kadar kıskansak az. Önlerinde özgür bir yaratıcılık ile yanıtı aranacak ne kadar çok soru var.