EKONOMİK ‘TOPARLANMA’ ZAYIFLIYOR, KARAMSARLIK ARTIYOR
Geçen pazartesi ve çarşamba yazılarımda aktardığım sorunlar ve tartışmalar hafta sonunda yapılan, IMF-Dünya Bankası yıllık toplantısından önce, giderek yoğunlaştı. Bir yıl önceki IMF-Dünya Bankası toplantısına egemen olan (bizim o zaman da katılmadığımız) iyimser havanın dağılmış olduğu görülüyor.
Bir yıl içinde, zaten zayıf olan ekonomik toparlanma iyice zayıfladı. Bu sırada uluslararası işbirliği havası dağılmaya, uluslararası gerginlikler artmaya başladı. Dünya ekonomisinin gereksinimleri konusunda, ABD ile Çin’in algıları arasındaki uçurumun giderek derinleşiyor olması da potansiyel olarak çok tehlikeli bir gelişme.
Borç yükü, kapasite fazlası
IMF’nin hafta içinde yayımlanan raporu, dünya ekonomisinin 2011 yılında, daha önce öngörülenden daha fazla yavaşlayacağını söylüyor. IMF’ye göre gelişmiş ülkelerin kamu borçlarının yükü ve bunları yönetmeye yönelik politikaların etkileri ekonomik toparlanma üzerinde olumsuz etki yapıyor.
Sonuçları hafta içinde yayımlanan bir Standard&Poors araştırması da bu borç sorununun yapısal bir özellik kazandığını, “patlayıcı bir yol üzerinde” ilerlemeye devam ettiğini gösteriyor. Dünya nüfusunun üçte ikisini oluşturan 49 ülkenin kamu borçlarının GSMH’ye oranının, mali krizin ve toplam nüfus içinde yaşlı nüfusun ağırlığının artıyor olmasının etkisiyle, 2007 yılında yüzde 148’den 2050 yılına kadar ortalama yüzde 245’e yükselmesi bekleniyor (Bloomberg, 07/10/10).
Goldman Sachs’ın baş ekonomisti Jan Hatzius’un ABD ekonomisinin yakın geleceğine ilişkin beklentilerini, “oldukça kötü” ve “çok kötü” olarak tanımlaması, işsizlik oranının yüzde 10’a ulaşacağını, resesyona geri dönme olasılığının güçlendiğini vurgulayarak, mali merkezlerdeki egemen algıyı yansıtıyor (Bloomberg, 06/10). İş aletleri, kimyasal ürünler, tıbbi ürünler sanayi malları ihraç eden, Avro’nun en değerli olduğu dönemde bile ihracatını arttırmayı başaran Almanya’nın ihracatında ağustostan bu yana görülen gerileme de (Bloomberg, 08/10), dünya ekonomisinde toparlanmanın zayıflamakta olduğuna ilişkin savları destekliyor.
Dünya ekonomisinin merkezlerinde, yüksek kamu borçlarını yönetmeye yönelik kemer sıkma politikaları devreye girdikçe, borç köpüğünün arkasındaki esas yapısal sorunun daha da ağırlaşma olasılığı artıyor. Geçen hafta Financial Times baş ekonomisti Wolf’un önde gelen ekonomilerin tarihsel büyüme trendlerinin yüzde on altında seyrettiklerine ilişkin gözlemlerini aktarmıştım. Bu hafta The Economist de, sanayileşmiş ülkelerde potansiyel GSH ile gerçekleşen GSH arasındaki açığa, dolayısıyla atıl kapasite sorununa dikkat çekiyor, ekonomik toparlanmanın bu atıl kapasiteyi harekete geçirecek güce ulaşamadığından yakınıyordu.
Bu bağlamda, The Economist’in yazısında, çalışan kişi başına GSH oranını gösteren bir grafik çok tehlikeli bir gelişmeye işaret ediyordu. Grafik gelişmiş ülkelerin performansının 1995’ten bu yana, özellikle 2003/4’ten sonra hızlanarak sürekli düştüğünü gösteriyor. Buna karşılık yükselen piyasaların performansını gösteren eğri 1990’dan sonra sürekli ve güçlü bir biçimde yükseliyor. Ancak bu yükselme 2006/07’den itibaren bir gerilemeye dönüşerek gelişmiş ülkelerin düşme eğilimine katılıyor.
Bu grafik, çevre ve merkez arasında bir senkronizasyon oluştuğunu, sermayenin gerçekleşme peşinde koşarken kaçacağı alanların hızla kurumakta olduğunu gösteriyor. Halbuki merkez ülkelerin ekonomileri talep yetersizliği, kapasite fazlası sorununu aşmak, ellerindeki mali sermayeyi değerlendirmek için çevre ülkelerin piyasalarına, oralarda birikmiş olan servetlere gözlerini dikmiş durumdalar. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IFF) açıkladığı verilere göre, yükselmekte olan piyasalara giden net sermaye miktarı 2010 yılında daha önce öngörülen 709 milyar doları aşarak 825 milyar dolara ulaşmış (Los Angeles Times, 06/10)
Ve yeni köpükler…
Yükselen piyasalardaki güçlü büyümeye ilişin tartışmaların canlanmaya, kaygıların da su yüzüne çıkmaya başlamasının ardında işte bu gelişmeler yatıyor: Sakın, mali sermayenin merkezdeki sıkışıklıktan kaçarak çevre ülkelere yönelmekte olması, buralarda ekonomik büyümeyi desteklerken, aynı zamanda yeni bir mali krizin koşullarını hazırlıyor olmasın? IMF’nin Batı Yarım Küre Direktörü Eyzaguirra da bu “elverişli durumun (sermeye akımının) sürdürülemeyecek bir eğilim” olduğuna inanıyor (Emerging Markets, 08/10)
Koşullar oldukça farklı olmasına karşın, benzer bir süreç, 1970’lerin başında, yapısal krizin ilk büyük resesyonunun ardında yaşanmıştı. O zaman, merkezden çevreye kaçmaya başlayan mali sermaye, önce ekonomik büyümeyi hatta sanayileşmeyi teşvik etmiş ancak, ABD faizleri yükseltir yükseltmez (Volcker şoku) 1982’de çok şiddetli bir borç krizine yol açmıştı.
Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick’in yaptığı uyarı da bu risklerin artmakta olduğunu düşündürüyor. Zoellick’e göre “getiri peşinde koşan para, yükselen piyasaların dövizlerinin değerini, varlık fiyatlarını yükseltiyor, gayrimenkul ve emtia piyasalarında köpüklerin oluşması riskini arttırıyor” (Financial Times, 05/10).
Bu arka plan üzerinde bazı gelişmeler, uluslararası işbirliği ortamının zayıflamasına, siyasi gerginliklerin artmasına yol açıyor. Bu olguyla ilgili olarak, IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn “bazı hükümetlerin iç sorunlarını çözmek için döviz kurlarını kullanma riskine” dikkat çekerken “Bazı ülkelerin döviz kurlarını silah olarak kullanmaya başladığına ilişkin bir kanı oluşmaya başladı” diyor. (Market Watch, 07/10)
Gerçekten de Brezilya, Güney Kore, Tayland, Çin, hatta Avustralya (Wall Street Journal 08/10) gibi ülkelerde, mali sermayenin saldırgan ve talancı sıcak para operasyonlarına karşı korunmak, bu arada dövizlerin değerlenerek ihracat kapasitelerini olumsuz etkilemesini önlemek için döviz kurlarına müdahaleye, sermaye girişini kısıtlamaya yönelik önlemler alma eğilimi güçleniyor. Uluslararası mali istikradan sorumlu olma iddiasında olan IMF de bir taraftan (Çin’e gelince) sermaye kontrollerinin zararlarını anlatıyor, diğer taraftan (Latin Amerika’ya) gelince bu uygulamaları destekliyor, hatta yol göstermeye çalışıyor. (Emerging Markets, 08/10/2010)
Böylece, merkez ülkelerinin sermayesinin yükselen piyasalara ulaşma, kendi pazarlarını koruma rekabeti de döviz savaşlarını kızıştırıyor. Bu bağlamda, Çin’i döviz manipülasyonu yapmakla suçlayanların da döviz manipülasyonu yapmakta olduğu görülüyor. Japonya Yen’in güçlenmesini engellemek için mali piyasalara müdahale ediyor; ABD ve İngiltere, büyük çaplı parasal genişlemeye giderek dövizlerinin değerini aşağı çekmeye çalışıyorlar.
Tüm bunlar yaşanırken ABD ve Avrupa’nın, “dünya ekonomisindeki dengesizlikleri düzeltmek gerekiyor” varsayımıyla Çin’in üzerindeki baskıları artıyor. Çin’in bu baskılara kararlı bir biçimde direniyor olmasıysa akla “Ya Çin bu dengesizlikleri azaltmak istemiyorsa?” sorusunu getiriyor. (Çarşamba günü devam ediyorum…)
CUMHURİYET – ERGİN YILDIZOĞLU