ESNEK ÇALIŞMA MODELİ: 4-C
Son TEKEL işçilerinin eylemiyle birlikte 4-c statüsü denen esnek çalışma modeli kamuoyunda tartışılmaya başlandı. 4-c, deve desen, deve olmayan kuş desen kuş olmayan tuhaf bir çalışma modeli.
Son TEKEL işçilerinin eylemiyle birlikte 4-c statüsü denen esnek çalışma modeli kamuoyunda tartışılmaya başlandı. 4-c, deve desen, deve olmayan kuş desen kuş olmayan tuhaf bir çalışma modeli.
Bu statüye göre çalışanlar; memur desen memur değil, işçi desen işçi değil. Sözleşmeli, mevsimlik ya da geçici statüde çalışabilmekteler. Aynı işi yapan kadrolu personele göre yüzde 30-40 daha düşük ücret alıyorlar. Doğum öncesi ve sonrası izinleri bulunmuyor. Sözleşmeleri yıl sonunda feshediliyor. Aynı kişiler, 2 ay sonra tekrar işe alınıyor. Girdi-çıktı yaptırıldıklarından bu kişiler kıdem tazminatı hakkını da yitirmiş oluyorlar. Üstelik çoğu taşeron firmalarda çalıştırılmaktalar.
Neresinden bakarsanız bakın gayri insani, adil olmayan ve imzalamış olduğumuz Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmelerine aykırı bir durumla karşı karşıyayız. Peki nasıl oluyor da, Türkiye gibi sosyal güvenlik ağı zayıf bir ülkede 4-c’ye göre çalışanların sayısı her geçen gün artıyor. Konunun elbette tarihsel ve felsefi bir boyutu bulunuyor. Türkiye’deki gelişimine bir göz atalım.
İthal ikameci Keynezyen politikaların uygulandığı dönemde, iç tüketimin yüksek ücretlerle canlı tutulduğu bir kapitalizm modeli uygulanmaktaydı. 1961 Anayasası’nın sağladığı görece demokratik ortam, çalışanların ekonomik ve sosyal haklarında ileri düzenlemeleri beraberinde getirmişti. Çalışanlar toplumun orta sınıfını oluşturmaktaydı. Hep anlatılagelir, memurlar parlak damat adaylarıydı o vakitler…
Fakat bu yalancı bahar uzun sürmedi. Ekonomik globalleşme süreci ve dışa açılmayla beraber başlayan küresel rekabet, içerde maliyetlerin düşürülmesini gerektiriyordu. Petrolü, elektriği dışarıdan alıyorsanız; üretimde avantaj sağlayacak yüksek bir teknolojiniz de yoksa maliyetleri düşürmenin tek yolu kalıyor: Ücretlerden kısmak.
Sonuçlarına bakıldığında 12 Eylül darbesi sırf ekonomideki bu makas değişikliği için bile tezgahlanmış olabilir.
Çünkü bu sayede, işçi örgütlenmeleri zaptu rapt altına alınarak liberal, dışa açık, ihracata dayalı bir büyüme modeli sahneye kondu. Bu modelin elbette ki topluma birden yedirilmesi kolay olmayacaktı. Önce kemerleri sıkmaya başladık hep birlikte. Sıkın kemerleri az kaldı, sabredin müreffeh bir devlet olunca nimetlerinden hep birlikte yararlanacağız diyordu rahmetli Özal. Altın kaplı kalemini kameralardan gözümüze soka soka, kısa zamanda çağ atlayacağımızı açık seçik ifade ediyordu.
Böylece bizim memlekette ücretler kısılmaya başlandı, sendikalılık oranı düştü, düştü, düştü. Bir zamanlar milyonların üye olduğu sendikalar, işçi sayısı o günden bugüne iki katına çıkmasına rağmen 300 bin üyeyi zor bulur oldu buralarda. Bırakın sendikayı, sigortasız, kayıtdışı ve daha düşük ücretlere çalışmaya hazır ve nazır olanların sayısı da habire arttı durdu. Kayıtdışılık oranı yüzde elliye dayandı.
Pazartesi günü AKŞAM Gazetesi’nde, ‘A&G Şirketi’ tarafından yapılan araştırmanın sonuçları vardı: Krizle birlikte Türkiye’de reel işsiz sayısının 6 milyona ulaştığı tahmin ediliyor. Dahası bunların çoğu sosyal güvenceden de yoksun bulunuyor.
Bu kadar işsizin, kayıtdışı çalışanın olduğu, sendikaların sinek avladığı memlekette her tür esnek çalışma düzenlemesine amenna denir. Bu şartların baskısı altında, kısa dönem çalış, eve iş götür, maaşına üç kuruş ekleyeyim, sigortayı boşver dediler; kabul ettik. Hamdolsun, aç kalmıyoruz ne de olsa. Eylem, grev, sendikaya yallah, 4-c’ye eyvallah dedik. Nerede kaldı eşit işe eşit ücret? Nerede Anayasa’nın eşitlik ilkesi? Ama ILO sözleşmelerini imzalamasına imzalıyoruz. İmzalarız tabii, ne de olsa uygulamayacağız. Nasıl olsa hesap soracak, dava edecek sendika da yok.