KOALİSYON’UN İLK YILINDA İŞVEREN SENDİKACILIĞI
Türkiye ekonomisinde yaşanan 1991 krizinden sonra işten çıkarmalar artınca, işçilerin ve işçi sendikalarının kanunla iş güvencesinin sağlanması talepleri arttı.
TEKGIDA-İŞ SENDİKA AKADEMİSİ
1989-1991 döneminde artan, yaygınlaşan ve etkisini artıran işçi eylemlerinin ardından, memurların da sendikalaşma çabaları ve eylemlerinin başlamasıyla, koalisyon hükümetleri dönemi çalışma hayatı açısından çok hareketli geçti.
İlk olarak, ANAP iktidarında yapılan bir kanun değişikliğiyle 12 Eylül 1980 tarihinde faaliyeti durdurulan DİSK’in yeniden faaliyete geçmesi sağlandı. 12.4.1991 günlü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Terörle Mücadele Kanunu, Türk Ceza Kanunu’nun DİSK ve bağlı sendikalarının ihlal etmekle suçlandıkları 141. ve 142. maddelerini kaldırdı. Bu maddeleri ihlal etmekle suçlanarak yargılanan DİSK ve bağlı sendikaları ve bunların yöneticileri beraat etti ve bu örgütler yeniden faaliyete geçti; ancak mal varlığına kavuşamadı.
DİSK’in ve bağlı sendikaların malvarlığı konusundaki sorun, DYP-SHP Koalisyon Hükümeti döneminde giderildi. 26 Kasım 1992 tarihinde Terörle Mücadele Kanunu’nun Geçici 9’uncu Maddesine Göre Yapılan Tasarruflar Hakkında 3852 Sayılı Kanun kabul edildi ve 12 Aralık 1992 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu kanunla birlikte DİSK ve bağlı sendikalar, malvarlıklarına ve bankada biriken paralarına kavuştu.
Türkiye, 20 Ekim 1991 – 3 Kasım 2002 tarihleri arasında koalisyon hükümetleri tarafından yönetildi. 1991 seçimlerinin ardından 1995 ve 1999 yıllarında yapılan seçimler de koalisyon hükümetleri yarattı ve sık sık siyasi istikrarsız yaşandı. Bu dönemde yaşanan ekonomik krizler de büyük işçi eylemlerine yol açtı.
20 Ekim 1991 tarihinde gerçekleştirilen milletvekili seçiminde oyların yüzde 27’sini alan Doğru Yol Partisi 178 milletvekili ile en büyük güç oldu. Anavatan Partisi yüzde 24 (115 milletvekili) ve Sosyal Demokrat Halkçı Parti yüzde 20,8 oranlarında (88 milletvekili) oy aldı. Yüzde 16,9 oranında oy alan Refah Partisi’nin 62, yüzde 10,8 oranında oy alan Demokratik Sol Parti’nin 7 milletvekili oldu.
Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki 49. Cumhuriyet Hükümeti (VII.Demirel Hükümeti) 21.11.1991-25.6.1993 günleri görev yaptı. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 17 Nisan 1993 tarihinde ölmesi üzerine Cumhurbaşkanlığına Süleyman Demirel seçildi. 50. Cumhuriyet Hükümeti (I. Çiller Hükümeti) Tansu Çiller’in başbakanlığında oluşturuldu ve 25.6.1993-5.10.1995 tarihlerinde görev yaptı.
20 Ekim 1991 milletvekili seçimlerinin ardından DYP-SHP koalisyon hükümeti kuruldu. DYP ve SHP arasında imzalanan koalisyon protokolünde çalışma yaşamına ilişkin önemli vaatler yer alıyordu. Koalisyon protokolünün ilgili bölümleri aşağıda sunulmaktadır:
“Türkiye, sosyal devleti gerçekleştirmek zorundadır. Hükümet bu doğrultuda mutlaka tüm kurumsal ve diğer önlemleri alacaktır.
“Sendikal hakların ülkemizde, ILO standartlarına uygun çerçevede kurumsallaşması sağlanacaktır. İşçi işveren ilişkilerinin Türkiye’de sosyal güvenceleri geliştirici ve sosyal barışı güçlendirici yönde olması sağlanacaktır.
“Sosyal güvenlik ağı, bütün vatandaşları kapsayacak şekilde hızla genişletilecektir.
“Kadınlarımızın 20, erkeklerimizin 25 hizmet yılını tamamlamaları halinde; yaş haddine bakılmaksızın, isteyenlerin emeklilikleri sağlanacaktır.
“Memur ve emekli hukuku yeniden gözden geçirilecek, çalışanlarla onların emeklileri arasındaki farkın fazla açılması önlenecektir.
“Asgari ücret, aşamalı biçimde, vergi dışı bırakılacaktır.
“Süper emeklilerin durumları düzeltilecektir.
“SSK’nın ve Bağ-Kur’un sağlık hizmetleri geliştirilip, iyileştirilecektir.
“İşsizliğin önlenmesi, köylü, çiftçi, işçi, memur, emekli, dul ve yetim ve her kesimdeki vatandaşımızın bir yaşam rahatına kavuşturulması Türkiye’nin temel sorunudur. Bugün, ülkenin getirildiği noktada, bu kesimlerin sıkıntılarından kurtarılması, yönetimimizin, vazgeçilmez ve hiçbir suretle ertelenemez görevidir.
“İşsizlik sigortası sistemi tesis edilecek ve aşamalı olarak uygulamasına geçilecektir.
“Kamu görevlilerine sendikal hak ve özgürlüklerini tanıyacak gerekli yasal düzenlemeler yapılacak; bunu Anayasal güvencelerine kavuşturmak yönünde gerekli girişimler başlatılacaktır.
“Sendika ve meslek kuruluşları yöneticilerinin bu sıfatları ile Milletvekili seçilebilme haklarının önündeki engeller kaldırılacaktır.
“Çalışma ve sendikalara ilişkin hükümler ILO ilkelerine uygun hale getirilecektir.
“Memurları da kapsayacak biçimde tüm çalışanlara sendika kurma hakkı tanınacaktır.”
DYP-SHP Koalisyon Hükümeti’nin programı 25 Kasım 1991 günü TBMM’de Süleyman Demirel tarafından okundu. 30 Kasım 1991 günü yapılan güven oylamasında program 280 milletvekilinin kabulüyle onaylandı. Koalisyon Hükümeti’nin programında çalışma yaşamına ilişkin aşağıdaki bölümler yer alıyordu:
“Ülkemizin, günümüz siyasal, sosyal ve ekonomik koşullarını dikkate alan; çağdaş, katılımcı ve tam demokratik bir anayasaya gereksinimi vardır.
“Türkiye’nin ihtiyacı olan anayasa, hukukun üstünlüğünü vazgeçilmez ilke sayan, tam demokratik ve çoğulcu sistemi öngören, çağdaş bir anayasadır.
“Böyle bir anayasa, Paris Şartı’nın da öngördüğü katılımcı demokrasinin tüm koşullarını, insan hakları, kişi hak ve hürriyetleri ile sendikal hakların en ileri ülkelerde görülen oranda yer almasını sağlayacak ve Türkiye’nin uygar dünya ile bütünleşmesine yönelik önemli bir adımı oluşturacaktır.
“Türkiye, sosyal devleti gerçekleştirmek zorundadır. Hükümetimiz ülkemizin bir yandan devletin fonksiyonlarıyla ilgili çağdaş dünya görüşünü paylaşmasını, diğer yandan kalkınmayı hızlı, dengeli ve adil bir biçimde gerçekleştirmesini temel alan “Sosyal Hukuk Devletinin” yapılanması için gereken önlemleri alacaktır.
“Sendikal hakların ülkemizde ILO standartlarına uygun çerçevede kurumsallaşması sağlanacaktır. İşçi işveren ilişkilerinin Türkiye’ de sosyal güvenceleri geliştirici ve sosyal barışı güçlendirici yönde olması sağlanacaktır.
“Sosyal güvenlik ağı, bütün vatandaşları kapsayacak şekilde hızla genişletilecektir.
“Kadınlarımızın 20, erkeklerimizin 25 hizmet yılını tamamlamaları halinde, yaş haddine bakılmaksızın, isteyenlerin emeklilikleri sağlanacaktır.
“Memur ve emekli hukuku yeniden gözden geçirilecek, çalışanlarla onların emeklileri arasındaki farkın açılması önlenecektir.
“Sabit gelirlilerin maaşları, enflasyonu karşılayacak bir biçimde düzenlenecek, bu kişilerin ve ailelerinin rahat bir nefes alması sağlanacaktır.
“İşçi sigortalıları ile Bağ-Kur sigortalıların emekli aylıkları sistemi gözden geçirilecek ve genel sosyal güvenlik ödemelerinde bir uyum sağlanmaya çalışılacaktır.
“Süper emeklilerin durumları gözden geçirilecektir.
“SSK’nın ve Bağ-Kur’un sağlık hizmetleri geliştirilip, iyileştirilecektir.
“İşçi-işveren ilişkilerinde çalışma barışının korunmasına özel bir önem verilecektir.
“İşsizlik sigortası sistemi kurulacak ve aşamalı olarak uygulamasına geçilecektir.
“Kamu görevlilerine sendikal hak ve özgürlüklerini tanıyacak gerekli yasal düzenlemeler yapılacak; bunun anayasal yönü için gerekli girişimler başlatılacaktır.
“Öğretmenlerin sendika kurmaları için gerekli Anayasal değişiklikler yapılacak, eğitimin önündeki sorunların çözümünde, uygulayıcılar olarak öğretmenlerimizin de katkısı sağlanacaktır.”
1985-1990 döneminde memurların sendikalaşması konusunda çok sayıda toplantı yapılmıştı. Bu süreç, 28 Mayıs 1990 günü öğretmenler tarafından Eğitim-İş Sendikası’nın kurulmasıyla yeni bir aşamaya sıçradı. Ardından başka sendikalar da kuruldu. Ancak memur sendikacılığındaki sıçrama, kamu kesimi işçilerinin 1991 yılında bağıtladıkları toplu iş sözleşmeleriyle gerçek ücretlerini çok artırmaları sonrasında, ağırlıklı olarak 1992 yılında gündeme geldi. Memur sendikalarının bir bölümü 1992 yılında Türkiye Kamu-Sen’i kurdu.
1989-1992 döneminde yaşanan olaylar sonucunda, Türk-İş’in 7-13 Aralık 1992 günleri toplanan 16. Olağan Genel Kurulu’nda Türk-İş Yönetim Kurulu değişti; Yol-İş Sendikası Genel Başkanı Bayram Meral, Türk-İş Genel Başkanı oldu.
TİSK’e bağlı işveren örgütlerine 1992 yılında 465 ve 1993 yılında 495 işyeri üyeydi. 1992 yılında bu işyerlerindeki 213.838 personelin 173.382’si mavi yakalı işçiydi. 1993 yılında bu işyerlerindeki 221.380 personelin 178.186’sı mavi yakalı işçiydi.
1992 yılında çalışma yaşamında tartışılan en önemli konu, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın hazırladığı iki iş güvencesi kanun taslağıydı. Bu taslaklar ve TİSK’in bu taslaklara yönelttiği eleştiriler Tekgıda-İş Sendika Akademisi’nin bir sonraki raporunda ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
TİSK, 20 Ekim 1991 milletvekili seçimlerinden kısa bir süre sonra, çalışma yaşamının çeşitli alanlarına ilişkin görüşlerinin yer aldığı bir rapor yayımladı (TİSK, Çalışma Hayatı ’91, Yay.No.111, Ankara, Aralık 1991). Bu raporda, işverenlerin bu alandaki talepleri dile getiriliyordu. Raporun bazı bölümleri aşağıda sunulmaktadır:
“Standart-dışı istihdama imkân tanınmalı ve yasal düzenleme yapılmalıdır. (…) Kısa süreli çalışma, kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, işin paylaşılması, işin işyeri dışında yapılması gibi günümüzde gelişmiş çalışma koşullarına uygun düşecek modern hizmet akdi türlerine yasal imkân sağlanmalıdır.” (TİSK,1991;72)
“Asgari ücret, toplu iş sözleşmesi uygulanan işçilere ve işyerlerine uygulanmamalıdır. Toplu iş sözleşmeleri ile ücretler konusunda taraflarca yapılan düzenlemeler, tespit edilen yasal asgari ücretler dolayısıyla bozulmakta ve uygulama tarihleri çelişmektedir. Bunun sonucu olarak, işletme içinde ve işletmeler arasında ücret adaleti bozulmaktadır.” (TİSK,1991;72)
“Sendikalar Kanununa İlişkin Görüşlerimiz.
“Check-off yasaklanmaktadır. (…) Check-off kolay sendikacılığa yol açmakta ve işçi ile sendikası arasındaki ilişkiyi koparmaktadır.”
“Sendika gelirlerinin devlet bankasına yatırılması zorunluluğu kaldırılmalıdır.” (TİSK,1991;73)
Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununa İlişkin Görüşlerimiz:
“TİS sistemi ile ekonomi arasında denge sağlanmalıdır. (…) Bugünkü sistem işçi sendikalarının aşırı ücret talep edebilmesine hiçbir engel getirmediğinden, işletmeleri sendikaların tehdidi altında bırakmaktadır.” (TİSK,1991;73)
“Grev toplu iş sözleşmesi gerekli yasal düzenlemeye kavuşturulmalıdır.
“Toplu iş sözleşmeleri işyerindeki sendikalı sendikasız bütün işçilere uygulanmalıdır. Bu eşitlik anlayışı uluslararası normlara uygunluk açısından zorunludur. Zira, toplu iş sözleşmeleri işyerleri için yapılmaktadır. Çalışma şartlarının işyerinde sendikalı sendikasız tüm çalışanlara uygulanması işletmecilik kuralıdır.
“İşçi sendikaları grevdeki işçilere ödeme yapmalıdır. Sendikaların grev kararını verdikleri ve uyguladıkları işyerlerinde, grev süresince greve katılan üyelerine en az asgari ücret düzeyinde bir ödeme yapmak mecburiyetini getiren yasal bir düzenlemeye gidilmelidir.
“Otomatik grev oylaması sistemi getirilmelidir.
“Grevdeki işçi ve işveren çalışabilmelidir. Greve çıkan işçinin bir başka işte çalışabilmesi, işverenin de greve çıkan işçisinin yerine bir başka işçi çalıştırabilmesi, çalışma ve çalıştırma hürriyetinin tabii sonucudur.
“Lokavt hakkı grev hakkına paralel şekilde düzenlenmelidir. (…) Özellikle toplu sözleşme çağrısının işveren tarafından yapılması halinde işçi sendikasının grev kararı almasına gerek olmadan sistemin gereği olarak lokavt kararı alınıp uygulanabilme imkânı sağlanması zorunludur.
“Teşmil müessesesi ıslah edilmelidir.
“Resmi arabuluculuk sisteminin aksayan yönleri giderilmelidir.” (TİSK,1991;74)
TİSK’İN 18. GENEL KURULU (12-13 ARALIK 1992)
TİSK’in 18. Olağan Genel Kurulu 12-13 Aralık 1992 günleri Ankara’da toplandı. Genel Kurul’a sunulan Çalışma Raporu’nda önce Atatürk ilkelerine bağlılık dile getiriliyordu:
“Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder Atatürk’ün ilkeleri doğrultusunda hürriyetçi, parlamenter, demokratik ve laik rejimin savunucusu ve bütün gücü ile destekçisi olan Konfederasyonumuz, faaliyetlerini de bu temel inancı çerçevesinde sürdürmektedir. Zira inancımız odur ki, insan hak ve özgürlükleri olduğu kadar, ekonomik özgürlükler de ancak bu sistem içinde yaşayabilecek ve yaşatılabilecektir. Dolayısıyla, savunduğumuz rejimin vazgeçilmez bir parçası olan hür teşebbüs ve serbest piyasa ekonomisi anlayışını yüceltmek ve korumak görevimizdir.” (TİSK, 18. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, 12-13 Aralık 1992, Yay.No.117, Ankara, 1992; 13)
1991-1992 yıllarında ülkemizde bölücü terör örgütünün faaliyetleri ve saldırıları artmıştı. TİSK, Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli sınırları içindeki üniter devlet yapısının ve milli birliğin korunması konusundaki kararlı tavrını Çalışma Raporu’nda şu şekilde ifade ediyordu:
“Son zamanlarda Güneydoğu Anadolu’da yaşanan talihsiz olaylar iç barış ve asayişi ülkemizin bir numaralı sorunu haline getirmiş bulunmaktadır.
“Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan üniter devlet vasfını değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Sınırlarımız Lozan’da tescil edilmiştir. Unutmamak gerekir ki, şehit kanlarıyla sulanmış bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar yüzyıllardır iç içe geçmiş ve kaynaşmıştır. Şimdi onlar arasına nifak sokarak ayrılık yaratma çabaları kasıtlı ve sun’idir. Bu çabalara verilecek en güzel cevap, milli birlik ve beraberliğimize her zamankinden daha fazla sahip çıkmaktır.
“Türkiye’de çeşitli bölgeler arasında tarihsel sürece dayanan ekonomik ve sosyal gelişmişlik farkları bulunduğu gerçeğini inkâr edemeyiz. Bu farkları asgariye indirmek hedefimizdir ve en kısa zamanda gerçekleştirilmesine çalışılmalıdır. Fakat bu farklar yüzünden hiç kimsenin ülkemizin bütünlüğünü tartışmasına dahi izin veremeyiz.
“Bizce vatandaşlarımızın Devletten öncelikle beklediği, tırmanan terörün önlenmesidir. Sorunun en kalıcı çözümü ise ekonomik alanda yatmaktadır ve gerekli tedbirlerin geciktirilmeden devreye konulması zarureti vardır. Çünkü iç huzurun bozulması, ekonomik dengeleri ve istikrarı da olumsuz yönde etkilemektedir. Ülke bütünlüğünün tartışıldığı bir ortamda ekonomik sorunlar ikinci planda kalmaktadır. Burada adeta bir kısır döngü ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bundan kurtulup çıkabilmemiz için Devlet Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun kalkınmasında öncülüğünü sürdürmeli ve bu arada özel sektörün bu bölgelerimize el uzatması için gerekli her türlü tedbiri de almalıdır.
“Atalarımızın şehit kanlarıyla yoğrulmuş bu vatan hepimizindir. Onun bölünmesine asla rıza gösteremeyiz. Türk özel sektörü olarak bu konuda hükümetimizi sahip olduğumuz her türlü imkân ve vasıta ile desteklemeye hazırız.” (TİSK,1992;14)
Türkiye’de, özellikle 20 Ekim 1991 tarihinde gerçekleştirilen milletvekili seçimlerinden sonra oluşan DYP-SHP Koalisyon Hükümeti döneminde, 12 Eylül 1980 Darbesi sonrasında büyük baskılar altında hatırlanan ve halka dayatılan 1982 Anayasası’nın demokratikleştirilmesi doğrultusundaki çabalar yoğunlaşmıştı. 1989 Bahar Eylemleri ve ardından 1990-1992 döneminde yaşanan yaygın ve etkili işçi ve memur eylemlerinin yarattığı özgüven, işçi sendikalarının ve kamu çalışanları sendikalarının Anayasa’nın demokratikleştirilmesi konusundaki taleplerinin güçlü bir biçimde dile getirilmesini sağlıyordu. Özellikle Anayasa’nın çalışma yaşamına doğrudan ilişkin 51, 52, 53 ve 54. maddelerinin ILO standartlarına uygun hale getirilmesi talep ediliyordu.
Ancak TİSK bu konuda farklı düşünüyordu. Çalışma Raporu’nda bu konuda TİSK’in görüşleri aşağıdaki şekilde özetlenmişti:
“İçinde bulunduğumuz sosyal şartlar açısından Anayasamızın çalışma hayatını düzenleyen hükümlerinin değiştirilmesini haklı kılacak bir neden görülmemektedir. Çalışma hayatımızın görüntüsü ve ihtiyaçları Anayasamızın yapıldığı dönemdekinden hiç farklı değildir. İşçi sendikalarının sorumsuz toplu sözleşme teklifleri, ölçüsüz zam talepleri, grev silahını haksız talepleri için kullanmaları, grevler dolayısıyla kaybedilen işgünü sayısının geçmişi aratacak boyutlara ulaşması, işçi sendika ve konfederasyonları arasındaki rekabetin her geçen gün aşırılaşma istidadı göstermesi ve kesimler arası uzlaşma yollarının giderek tıkanması gerçeği karşısında Anayasanın değiştirilmesi gerektiği görüşü bize göre boşta kalmaktadır.” (TİSK,1992;15)
“Konfederasyonumuza göre sistemimizin en büyük eksikliği, hukuksal düzenlemelerin ekonomik sonuçlarını dikkate almamasıdır. İşçi sendikaları ekonomik sonuçlarını hesaba katmaksızın ve hiçbir kritere bağlı olmaksızın aşırı ücret talebinde bulunabilmekte, ellerindeki güçlü grev silahı ile işletmeleri tehdit edebilmektedirler. İşyerleri bu baskıya ne kadar dayanabilecektir? Ülke ekonomisine verilen zararın sorumluları istismara devam mı edeceklerdir? (TİSK,1992;17)
Bu yıllarda kamuoyunun gündemini çok meşgul eden konulardan biri de kamu işletmelerinin özelleştirilmesiydi. TİSK, 18. Genel Kurulu’na sunduğu Çalışma Raporu’nda bir taraftan “şok özelleştirme”yi savunurken, diğer taraftan yabancı sermayeli şirketlerin bu alandaki girişimlerine eleştirel bir anlayışla yaklaşıyordu:
“Türkiye’nin ‘Şok Özelleştirme’ Programına İhtiyacı Vardır. (…)
“Devletin ekonomik alandaki rolü, makro ekonomik istikrarı sağlamak ve özel girişimin sağlıklı bir şekilde büyüyeceği teknolojik altyapıyı geliştirmek olmalıdır. 21. yüzyılın eşiğine geldiğimiz bugünlerde ekonomiye devlet müdahalesinin zorunluğu olduğunu savunan teori ve uygulamaların tümüyle iflas ettiğini ibretle görüyoruz. Bu itibarla artık dünya üzerindeki ülkelerin büyük çoğunluğunun benimsemiş göründüğü devletin ‘mümkün olduğunca ekonomiden elini eteğini çekmesi’ görüşünü biz de tümüyle destekliyor ve savunuyoruz.
“Yukarıda savunduğumuz görüş doğrultusunda, Türkiye’de devletin ekonomik sınırlarını geri çekecek bir şok özelleştirme programının hemen yürürlüğe konulmasını öneriyoruz. Böyle bir uygulamada çok çeşitli yararlar ortaya çıkacağı gibi, işsizlik türünden doğması muhtemel bazı sorunların da elde edilecek yararlarla dengelenmesi de mümkün olabilecektir. Ekonomik ve hatta sosyal gerekçelere dayanmayan, daha çok felsefi ve duygusal nedenlerden kaynaklanan ‘KİT savunuculuğuna’ karşıyız.” (TİSK,1992;18-19)
“Özel sektörün pek çok işi Devletten daha iyi yapabildiği veya yapabileceğim, bugün tüm dünyanın üzerinde mutabık kaldığı bir ‘gerçek’ haline dönüşmüştür. Bu açıdan, sosyal güvenlik kapsamına giren hizmetlerin birçoğunu özel sigorta şirketlerinin daha iyi vereceğini düşünüyoruz. Nitekim, ülkemizde bile birçok özel sigorta şirketi özellikle hayat ve sağlık branşlarında çeşitli spesifik veya karma hizmeti etkin şekilde vermeye başlamıştır. Özel sigorta şirketlerinin son birkaç yıldır kavuştukları rekabet ortamının sağlıklı şekilde devamı sağlandıkça, gelişmesindeki engeller aşıldıkça ve özel sigorta bilinci yerleştikçe bu hizmetlerin giderek yaygınlaşması beklenir. Bu konuda Devletin ilgi ve yardımlarına ihtiyaç vardır.” (TİSK,1992;20)
“Türk ekonomisinin önemli sorunlarından birini de Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) oluşturmaktadır.
“Siyasal tercihlere dayanan yöneticilik anlayışı ve istihdam politikaları ile devletin ekonomiye müdahalesinin somut şekli olan bu işletmeler, enflasyondan yatırım eksikliği veya yokluğuna, verim düşüklüğünden işsizliğe kadar oldukça ağır pek çok ekonomik ve sosyal olumsuzlukların nedeni olmaya devam etmektedir.
“Bugün ülkemizde üretimin önemli bir kısmı devlet elinde bulunmaktadır. Oysa mevcut piyasa koşulları içinde daha çok üretim yapılabilmesi ve yeni teknolojiler getirilebilmesi için devletin ekonomideki payı asgariye çekilmelidir. Bunu yapmak ise ancak köklü bir özelleştirme programının uygulanması ile mümkündür.” (TİSK, 1992;42)
“Yabancı sermaye yatırımlarından yararlanılabilmesi, ülkemize yeni teknoloji getirmesine, tek başına veya yerli sermaye ile ortaklaşa yeni tesisler kurularak milli gelir ve istihdama katkıda bulunmasına bağlıdır. Bir diğer husus da, yabancı sermayenin gelecekteki beklentiler ile ülke gerçekleri göz önüne alınarak geliştirilmesidir. Konfederasyonumuz teknoloji getirmeyen yabancı sermayenin ülkemize bir yararı olmayacağı görüşündedir. Gelişmiş Batı ülkelerinde kendi alanlarında tekel niteliğinde olan ve stratejik mal üreten kuruluşların hisse senedi satışlarında yabancı sermayeye sınır getirildiği dikkati çekmektedir. Unutmamak gerekir ki, yabancı sermayeden azami ölçüde fayda sağlanması alıcı ülkelerin gerekli ekonomik ve teknoloji politikalarını oluşturmaları ile mümkündür.” (TİSK,1992;39)
“Özelleştirme, devletin sağlık, eğitim, ulaşım, altyapı, enerji ve haberleşme gibi temel sosyal politikalarını yeniden düzenleyebilmesi için önemli bir fırsattır. Bu aşamada Türk iş dünyası özelleştirmede yabancı sermayeye ana kaynak olarak bakılmaması gerektiğini düşünmekte olup, stratejik önemi olan işletmelerin satılması konusunda titiz davranılmasından yanadır.” (TİSK,1992;44)
TİSK, Türkiye’nin (o zamanki adıyla) Avrupa Topluluğu’na tam üyeliğini destekliyor, diğer bölgelerle geliştirilen ilişkilerin bu temel hedefi ikinci plana itmesine karşı çıkıyordu:
“Konfederasyonumuz, Avrupa Topluluğu’na tam üyelik hedefimizin sürmesinden yanadır. Diğer ekonomik işbirliği girişimleri Topluluğa bir alternatif olarak görülmemelidir. Bugün Türkiye’nin karşısına çıkmış olan büyük ekonomik işbirliği potansiyelleri, örneğin Karadeniz Ekonomik İşbirliği Projesi elbette göz ardı edilemez. Ülkemizin bu potansiyellerden tam olarak yararlanabilmesi için her türlü tedbir alınmalı, yapı oluşturulmalıdır. Ancak tüm bunların AT ile bütünleşme yolundaki nihai hedefimize gölge düşürmemesi gerekir. Yaşanan çeşitli sorunlara ve karşılaşılan tıkanıklıklara rağmen bu büyük hedefimizde revizyon yapılmasına karşıyız.” (TİSK,1992;47)
TİSK’in temel hedeflerinden biri çalışma yaşamında esneklik uygulamalarının kapsamının genişletilmesiydi. Amaçlardan biri de, Türk çalışma mevzuatında kullanımı kısıtlanmış bulunan belirli süreli iş sözleşmelerinin kullanılmasının önündeki engellerin kaldırılmasıydı. Belirli süreli iş sözleşmelerinin kendiliğinden sona ermesi durumunda işçiye kıdem tazminatı ve ihbar tazminatı ödenmemekte, işçinin işe iade talebiyle dava açması mümkün olmamakta, işçinin iş güvencesi bulunmamaktadır. TİSK’in daha sonraki yıllarda da sürekli olarak gündeme getirdiği bu talebi 1992 yılında aşağıdaki biçimde ifade edildi:
“Sanayileşmiş ülkeler işgücü istihdam kaynaklarından yeterince istifade edebilmek ve işsizliğin artmasını önlemek için klasik tam gün istihdam modelinin yanı sıra teknolojik gelişmelere paralel olarak part-time çalışma, süreli hizmet akitleriyle çalışma gibi standart-dışı istihdam biçimlerine yönelmişlerdir. Türkiye’de de istihdam imkanlarının geliştirilmesi amacıyla işgücü piyasasının esnekliğinin artırılmasına ilişkin yasal düzenlemeler, ülkemizin ekonomik ve sosyal yapısı dikkate alınarak gerçekleştirilmelidir.” (TİSK,1992;59)
TİSK, 1989-1992 yıllarında yoğunlaşan yasal grevler ve grev-dışı eylemleri şu şekilde değerlendiriyordu:
“1990 yılının son günlerinde 255 işyeri ve işletmede uygulanan grevlere 129 bin işçi katılmış, aynı tarih itibariyle yaklaşık 107 bin işçi için alınmış grev kararı ve 18 bin işçi için de alınmış grev uygulama kararı mevcut olup, yine aynı tarih itibariyle 101 bin işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesi müzakereleri sürdürülmüştür.” (TİSK,1992;74)
“İşçi sendikaları ve konfederasyonları tarafından gerçekleştirilen yasadışı davranışlar, 1987 yılından itibaren giderek yaygınlaşmış, 1990 ve 1991 yıllarında da önemli ölçüde artmıştır.
“Yasadışı davranışlar neredeyse her toplu iş sözleşmesinde, müzakerelerin başlangıcından itibaren uygulanır hale gelmiştir.
“Kamu kesiminde toplu iş sözleşmelerinin işçi sendikalarının talepleri doğrultusunda bağıtlanmasına yönelik eylemler yapılırken, özel sektörde ise genellikle işçi tensikatının neden olduğu direniş ve eylem biçimleri yaşanmıştır.
“1990 yılında her iki kesimde de üretimi yavaşlatma veya durdurma, topluca viziteye çıkma, işgal, toplu yürüyüş, yemek boykotu, oturma, vb. davranışlar görülmüştür.
“1991 yılının ilk günlerinde Türk-İş’in aldığı bir kararla ülke çapında bir gün işe gelmeme şeklinde başlayan yasadışı davranışlar aynı yıl kamu kesimi toplu sözleşmelerinin ağırlıklı olması nedeniyle bu kesimde yoğunlaşmıştır.
“Kamuya ait işyerlerinde direniş, oturma, işgal, topluca viziteye çıkma, işi yavaşlatma, vb. yasadışı nitelikli; sakal bırakma, saç ve bıyık kesme, çıplak ayakla yürüme, vb. kamuoyunun dikkatini çekmeye yönelik davranışlarda bulunulmuştur.
“Politik yönü ağır basan bu tür davranışlar toplu pazarlık sistemine olan güveni yok etmekte, yalnızca çalışma hayatında değil ülke çapında sürekli bir huzursuzluğa ve ciddi üretim kayıplarına yol açmaktadır. Sonuçta ise zarar görenler yine işyerleri, işçiler ve genel olarak ülke ekonomisi olmaktadır.” (TİSK,1992,141)
TİSK, çalışma hayatında yaşanan gerginlikleri gidermek amacıyla, sendikalara uzlaşma çağrısı yaptı. Ancak bir uzlaşma sağlanamadı. Bu süreç TİSK’in Çalışma Raporu’nda aşağıdaki biçimde değerlendirilmektedir:
“Konfederasyonumuzun bu çağrılarına kulak tıkayan Türk-İş Başkanlar Kurulu 20 Aralık 1990 tarihinde tüm işçilere 3 Ocak 1991 günü işe gelmeme çağrısında bulunmuştur.
“1991 yılına, 1990’dan devredilen kaos içinde girilirken yeni yılın üçüncü günü, Türkiye bugüne kadar yaşanmamış bir eyleme sahne olmuş, Türk-İş, Hak-İş ve bazı bağımsız sendikalar ‘işe gitmeme’ eylemi uygulamışlardır. Yasa dışı grev olduğu mahkeme kararlarıyla belirlenen bu eylemin ülke ekonomisine çıkan faturası ise 350 milyar liralık zarardır. İşe gitmeme eyleminin verdiği zarar ve yarattığı gerginlik henüz silinmeden yine aynı günlerde grevdeki Zonguldak maden işçilerinin Ankara’ya yürüyüşü başlamış, kaynayan kazanın altına yeni odunlar atılmıştır.” (TİSK,1992;75)
Çalışma Raporu’nda TİSK’in bazı talepleri de tekrarlanıyordu:
“Anayasa değişikliğinde şu hususlar üzerinde durulmalıdır:
“Hak grevine imkan verilmemelidir.
“Grev hakkı iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde kullanılmamalıdır.
“Siyasi amaçlı grevi, genel grevi, işyeri işgalini yasaklayan hükümler değiştirilmemelidir.
“Grev hakkının düzenlendiği Anayasa’da, lokavta da mutlaka yer verilmelidir.” (TİSK,1992;79-81)
“Check-off yoluyla aidat tahsili sistemi kaldırılmalıdır.”
“Toplu iş sözleşmeleri, işyerindeki sendikalı, sendikasız tüm işçilere uygulanmalıdır.
“Batı ülkelerindeki emsallerine uygun olarak toplu iş sözleşmelerinin sendikalı-sendikasız ayırımı yapılmaksızın işyerinde çalışan bütün işçilere aynen uygulanması mecburiyeti getirilmelidir. Bu eşitlik anlayışı, uluslararası normlara uygunluk açısından da zorunludur. Çünkü toplu iş sözleşmeleri işçiler için değil, işyerleri için yapılmaktadır. Esasen bugün toplu iş sözleşmelerinin normatif hükümleri tüm işçiler için geçerli olmaktadır. Parasal hükümler için farklı bir yaklaşım, üyeliği zorlayıcı bir sonuç yaratır ki, bu da hür sendikacılık ilkesine aykırıdır.” (TİSK,1992;88)
“Teşmil müessesesi yeniden düzenlenmelidir.” (TİSK,1992;88)
“Grev işçinin istemesi halinde başlamalı ve devam etmelidir. Bunun için de grevden önce oylama zorunluluğu, devamı sırasında da periyodik grev yoklaması sistemi getirilmelidir.” (TİSK,1992;89)
“İşçi sendikaları grevdeki üyelerine ödeme yapmak mecburiyetinde olmalıdır.” (TİSK,1992;90)
“Grevin uygulanması sırasında işveren greve katılan işçilerin yerine dışarıdan temin edeceği başka işçileri çalıştırabilmelidir.
“Grev yasakları ile ilgili hükümlerin çok iyi değerlendirilmesi ve ülke şartlarına uygunluğunun göz önünde bulundurulması gerekir. Banka ve kamu hizmetlerini durduracak bir grev hakkı düşünülmemelidir.” (TİSK,1992;91)
TİSK bu yıllarda Ekonomik ve Sosyal Konsey önerisini her vesileyle gündeme getirdi. Çalışma Raporu’nda bu öneri aşağıdaki şekilde formüle ediliyordu:
“Ülkemizde hükümet, işçi ve işveren kesimleri arasında 1980’li yılların başında kurulan nispi sosyal barış ortamının, özellikle 1987 yılından itibaren yerini hızla kesimler arası anlaşmazlık ortamına bıraktığı gözlenmektedir.” (TİSK,1992;83)
“Türkiye için bir öneri: Ekonomik ve Sosyal Konsey.
“Ekonomik ve Sosyal Danışma Kurulu ya da Konseyi olarak adlandırabileceğimiz böyle bir kuruluşun amacı, her şeyden önce hükümet-işçi-işveren kesimleri arasında karşılıklı anlayış ve hoşgörüye dayanan bilinçli ve sürekli bir işbirliğinin sağlanması, çalışma hayatının barış içinde yürütülmesi, işçi ve işverenlerin sosyal hak ve menfaatlerinin ülke yararı gözetilerek korunması ve geliştirilmesi olmalıdır.” (TİSK,1992;84)
“Bugün toplu iş sözleşmesi sistemimizin en büyük aksaklığı ekonomi ile irtibatlandırılmamış olması ve ekonomik durum ve sonuçları dikkate alınmaksızın toplu sözleşme teklifinin yapılabilmesi ve bunda ısrar edilerek uyuşmazlık yaratılabilmesidir. Kalkınmış Batı Ülkelerinde bunu önlemek amacıyla ücret politikaları ve çözüm önerileri üretecek mekanizmalar geliştirilmiştir. Bunların başında ‘Ekonomik ve Sosyal Konsey’ kurulması gelmektedir. Bu husus yasalarda düzenlendiği gibi anayasalarda bile yer almaktadır.
“Bugünkü sistem işçi sendikalarının aşırı ücret talep edebilmelerine hiçbir engel getirmediğinden, işletmeleri sendikaların tehdidi altında bırakmaktadır.
“Türk sanayiinin güvenli ve sağlıklı gelişmesi bakımından toplu iş sözleşmeleri ile ekonomi arasında denge kurabilecek böyle bir kuruluşa ihtiyaç vardır ve Konfederasyonumuz Anayasal bir düzenlemeyle getirilmediği takdirde, 2822 sayılı Yasada yapılacak bir değişiklikle bu hususun gerçekleştirilebileceği inancındadır.” (TİSK,1992;87)
TİSK, 1975 yılından beri dönem dönem gündeme getirilen kıdem tazminatı fonu ile koalisyon protokolü ve hükümet programında yer alan işsizlik sigortası konularındaki görüşlerini de şu şekilde ifade etti:
“Konfederasyonumuz siyasi iktidarların tasarrufunda olacak yeni bir fon yaratılması görüşüne karşıdır. Böyle bir fon kurulacak ise mutlaka İş Kanunu’nda belirtildiği üzere işverenin sorumluluğu altında kurulmalıdır.” (TİSK,1992;104)
“Kıdem tazminatı yeniden düzenlenmedikçe işsizlik sigortası getirilemez. (…) İşsizlik sigortası getirilirken, kıdem tazminatının işsizlik sigortası fonksiyonunu üstlenen kısmı kaldırılmak suretiyle yeniden düzenlenmelidir.” (TİSK,1992;105,106)