Kan oturmuş gözler, kurbanlık koyun gibi bakan ifadeler, çığlığın boğaza düğümlendiğini resmeden donmuş mimikler, saç baş dağılmış, yırtık elbiselerin içinde kan revan kadın portreleri… Bu hafta açıklanan bir rapor bu portreler ve “Biz kadına şiddete nasıl da karşıyız ah bir bilseniz” değerlendirmeleriyle gündemde yer buldu.
Rapor, kadınların şiddet görme nedenleri arasında; şişman olmak, yemeği tuzlu yapmak, telefonu geç açmak, erkek çocuk doğuramamak, izinsiz evden çıkmak, ağlayan bebeği susturamamak gibi nedenlerin olduğunu ortaya koyuyor. Yazıklar, vahlar, “Olur mu canım bu kadarı” cümleleri her yerde, her kesimin ağzında.
Kim artık kadına yönelik şiddetin meşru olduğunu söyleyebiliyor ki zaten?
Hiç kimse!
Herkesin dilinde “Kadınların ne kadar çok acı çektiği, ne kadar da ezildikleri, ne kadar da çok mağdur oldukları”nı gösteren yargılar, kalıplar, rakamlar…
Ağız dolusu kadın düşmanlığı yapanlar, ifa ettiği her duruşun arkasından kadınların hayatını zindana çevirecek uygulamalar yumurtlayanlar bile “Anaları, bacıları ve gelecek neslin garantörleri”ne uygulanan şiddetin ne kadar ayıp olduğunu söylemek zorunda kalmıyor mu? Övünmüyorlar mı “mağdur kadınlarımızı” koruyup kolladıklarını söyleyerek?
Günün her saati kadını aşağılayan yayınlar yapan çok satar medya, boy boy “kadınlar çiçektir, incitmeyelim” temalı foto galeriler, sloganlar, pr çalışmaları yapmıyor mı?
Kadının emeğine bir gıdım kıymet vermeyen şirketler sponsor olup, “kadınlarımızı güçlendirmek” için girişimcilik ruhu aşılamıyorlar mı devletlilerle iş birliği içinde?
Kadınların mücadelesi, şiddeti hiçbir şekilde meşru görmeyecek/gösteremeyecek bir algı yaratmayı başardı çünkü.
Ama o genel toplumsal mutabakatın zemini “mağduriyet” oldu ne yazık ki!
Kadına yönelik şiddete karşı olmak etrafında oluşturulan sanal “toplumsal mutabakatın” kadınları şiddete yeniden mahkum eden “kurbanlık” diliyle derdimiz olmalı oysa.
Çünkü bu dil, tüm yaşananların sistematik olduğunun üstünü örtüveriyor.
Kadınların şiddet sarmalından kurtulması için örgütlenmek gerektiğini söyleyen ve mücadele edenler açısından bile ne yazık ki şiddeti anlatmanın dili bu.
Kadınların sistematik biçimde uğradığı şiddete karşı politikayı “mağduriyet” üzerinden temellendirmek, ister istemez “yazıklama”ya itiyor bizi oysa.
Ve kadınların kendi kurtuluşu için sorumluluk almasından azade kılınmasına, kurtarıcı beklemesine, kendi direnç hikayesini oluşturma gücünü görmemesine, yaratamamasına neden oluyor…
Çünkü mağduriyet dediğimiz, hayırseverlik ya da en iyisinden “kurtarıcılık” beklentisi doğurur. Kadınların mağduriyet politikasının nesnesi haline getirilmesi onun o şiddet sarmalından çıkmasına olanak tanıyacak öz gücünün yadsınması, yetilerinin zayıflatılması, tüm direniş hikayelerinin ortadan kaldırılması ve kurbanlık kültünün iyice yerleştirilmesini getirir.
Nihayetinde dayanışmaya ve isyana değil, “yardım eli beklemeye” mahkum eden bir politik hat, mücadele ruhunun toprağını ne kadar besleyebilir?
Kadınların her türlü ezilme biçimlerini doğuran toplumsal iktidar ilişkilerine karşı çok yönlü bir mücadele yürütme kapasitesini açığa çıkarmadan, daha çok onu mağdur eden baskıların gündem edilmesi, bu baskıların sürgitliğine de zemin hazırlıyor sanki.
Oysa, kadınların kurtuluş mücadelesinin sistem karşıtı yönünü, geliştirdiği alternatifleri, açtığı farklı yolları gündeminden çıkararak, sadece sistem tarafından nasıl mağdur edildiğini gündeme getirmekle yetinmek bizim işimiz olamaz.
Çünkü tek başına bu, kadınları özgürleştirmez.
Özgürlük, birileri bazı şeyleri söylemeyi durdurunca, bazı şeyleri yapmaktan vazgeçince, bazı şeyleri yapmak isteyince elde edilen bir şey değildir çünkü.
Özgürlük dediğimiz şimdinin gerçekliğini değiştirme gücüdür.
Ve o güç kadınlarda var.