MİDEDEN DİMAĞA BESLENME
16 Ekim Dünya Gıda Günü bu yıl Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından Aile Çiftliği: Dünyayı besle yeryüzünü önemse sloganıyla kutlandı.
16 Ekim Dünya Gıda Günü bu yıl Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından "Aile Çiftliği: Dünyayı besle yeryüzünü önemse" sloganıyla kutlandı. Sınıfsal, etnik, mezhepsel, cinsel kimliğimiz ne olursa olsun her gün üç öğün yemek yediğimize/yiyemediğimize göre, aslında hepimiz gıda tartışmalarının "organik" bir parçasıyız. Evet FAO yeryüzünde tam 842 milyon aç insan bulunduğunu açıkladı. Bu istatistikler sadece tescilli, tenceresi kaynamayan dünya yurttaşlarını içeriyor. Bir de "gizli açlık" çeken, yeterli besin alamayan 2 milyar kişi bulunuyor.
Buna karşın, küresel obez sayısı ise 1.4 milyar olarak veriliyor. Üstelik Latin Amerika, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bu konuda Avrupa’dan geri kalmıyor. Güney Afrika’da ise obezite oranı İngiltere’yi soluyor. Öyleyse dünya nüfusunun yaklaşık yarısı ciddi bir beslenme sorunuyla karşı karşıya.
Dünya Gıda Programı, 30 yıl öncesine göre kişi başına gıda miktarının yüzde 17 daha fazla olduğunu açıkladı. Demek ki asıl sorun küresel gıda eksikliği değil, bu gıdalara erişim olanaklarının adaletsizliği. Zaten istatistikler son 20 yılda dünya nüfusunun artış hızını yüzde 1.14, gıda üretimi için aynı oranı yüzde 2 olarak veriyor.
Bir yandan ABD’de, AB’de; "tereyağı dağları, süt nehirleri, et havzalarından" bahsedilirken, öte yandan Afrika’da, Asya’da bebekler süt yüzü görmeden ölebiliyor. Doğru bu tarihsel bir sorun, ucu emperyalist talanlardan dini yobazlığın kalkınmaya sekte vurmasına kadar uzanıyor. Gelgelelim son dönemlerde küresel açlık sorununun katmerlenmesinin en büyük sorumlusu, endüstriyel tarımın yaygınlaşmasıdır.
Çokuluslu şirketler, girdi sanayini egemenlikleri altına aldıkları gibi, sanayi çiftliklerinde üretimi de, gıdanın işlenmesini de, sonrasında perakende dağıtımını da kontrolleri altında tutuyorlar. Bir anlamda tarladan sofraya uzanan bir zincirde yaşamımıza tahakküm ediyorlar. Kapitalist küreselleşmenin, "zaman ve mekan farklılıklarını" ortadan kaldırma iddiasını biliyoruz. Gerçekten kâr hırsı, gıdaya gelince de zaman ve mekân tanımıyor. Şili’de üretilen bir elmayı, armudu binlerce kilometre ötede Londra, Amsterdam, hatta İstanbul marketlerinde bulabiliyorsunuz. Bu arada taşımacılık sürecinde sarf edilen yakıtlar ekolojik dengelerin canına okuyor.
Borsa spekülatörleri Chicago "futures" piyasasından bir tuşla milyonlarca dolarlık pozisyonlar alabiliyor. Örneğin, Ukrayna’da buğday hasadı tarlada donarsa, fiyatlar yükseleceği için satış pozisyonu alanlar ellerini ovuşturuyor. Veya Kaliforniya’da, Güney İspanya’da, bizim Adana-Mersin’de fırtına ve dolu narenciye bahçelerini vurunca, portakal konsantresi sözleşmesi üzerine "uzun" pozisyonu bulunanlar kadeh tokuşturuyor. Gıda ürünleri dahil, temel mallarda finansal spekülatörlerin payı daha 90’ların ortasında yüzde 12 iken, 2011’de yüzde 61’e yükselmiş.
UNCTAD 2014 Kalkınma Raporu’na göre, tarım piyasalarında Nisan 2011’de spekülatörlerin pozisyonu 448 milyar dolar iken, Mayıs 2014’te 321 milyar dolara gerilemiş. Asıl sorun, finansallaşmanın tarım ürünlerinin fiyat oynaklığını artırması. Örneğin, 2014’te genel olarak hammadde fiyatları düşme trendinde. Gıda ürünlerinde de, kahve-kakao dışında aynı eğilim gözlenebiliyor. Bu kez de fiyatı düşen ürünlere, örneğin buğdaya, mısıra bel bağlayan çiftçiler okka altına gidiyor. Yanlış ata oynayıp eli yanan spekülatörler yok mu ? Elbette var; ama onlar bilanço zararı yazarken, Afrikalı çocukların payına açlık, ölüm düşüyor…
Daha evvel geçimlik tarım üretimi yaparak idame-i hayat eden yüz milyonlarca çiftçi, "sözleşmeli tek ürüne" yönelince fiyat hareketlerine karşı daha kırılgan hale geliyorlar. Dolayısıyla azgelişmiş ülkelerde yoksulların yaşam standartları tarım ürünü fiyatlarından bire bir etkileniyor. Batılı bir orta sınıf mensubu için pirinç, mısır fiyatındaki iniş-çıkışlar ancak bir gazete haberi değeri taşırken, Sudanlı, Bangladeşli bir ailenin sofradan aç mı tok mu kalkacağını belirlediği için, hayat memat meselesi haline gelebiliyor.
Hatırlanırsa 2008 Haziranı’nda gıda fiyatları zirve yapınca, Meksika’dan Mısır’a; Fas’tan Endonezya’ya gıda ayaklanmaları gerçekleşmişti. Gerçi gelişmiş ülkelerde de açlık sorunu yaşayan 16 milyon insan var. Ne var ki ortalamalara bakınca, ABD’de kişi başına gelirin yüzde 8.51’i; Almanya’da yüzde 10.27’si; Norveç’te yüzde 13.24’ü gıda harcamalarına gidiyor. Halbuki ILO istatistiklerine göre 72 GOÜ’de nüfusun alt yüzde 20’si gelirlerinin yüzde 6o’dan fazlasını gıdaya harcıyor. Haliyle fiyatların artışı sofradaki ekmeğin azalması, pirinç kasesinin boşalması anlamına geliyor. Türkiye’de de tarımda neoliberal politikaların şeker pancarı, pamuk, hububat üreticisi çiftçileri ne hale getirdiğini gayet iyi biliyoruz. Giderek buğdayı Ukrayna’dan, mısırı ABD’den, kırmızı eti bilumum ülkelerden alır hale geldik.
Zaten kapitalist küreselleşmenin dayattığı iş bölümü; pirinç, buğday, mısır gibi temel gıda maddeleri üretimi büyük ölçekli, sermaye yoğun nitelik taşıdığı için ABD, Kanada gibi gelişmiş ülkelere yarıyor. Meyve-sebze yetiştiriciliği ise Şili, Arjantin, Türkiye benzeri, işgücünün göreceli ucuz olduğu coğrafyalara kaydırılıyor. Karides gibi üretimi zor besinler de Bangladeş, Vietnam tarzı, emekçisi aç kalmamak için her bedeli göze alabilecek yoksul mekânlara taşınıyor.
Resmi istatistiklere bakılırsa Türkiye’de kişi başı günlük geliri 2.15 doların altındaki nüfusun oranı ihmal edilebilecek düzeyde. Günlük gözlemlerimiz bile, bu oranların toplumsal gerçekliği tam yansıtmadığının kanıtı sayılabilir.
Ama şimdilik TÜİK istatistiklerini doğru kabul edelim. Aynı şekilde bu sayfalarda dile getirdiğimiz itirazlarımızı bir yana koyup, TÜİK gelir dağılımı anketlerini de veri alalım. Aşağıdaki tabloya ulaşıyoruz. Tablodan görüldüğü gibi zengin yüzde 20, en yoksul yüzde 20’nin tam 7 katı fazla gelir elde ediyor.
Öte yandan yoksullar gelirlerinin yüzde 28.8’ini, zenginlere göre kabaca iki katını gıdaya harcadıkları için tüketimde bu makas 3.5 kat daralıyor. Ne var ki gıda ve kira, gelirin yüzde 62’sini yutunca, eğitim ve kültüre metelik kalmıyor. Hesaplayınca en zengin dilimin yoksullara göre eğitime tam 41 kat, kültür ve eğlenceye ise 18 kat daha fazla para ayırabildiği vahim tablo ortaya çıkıyor.
Özetle, yoksullar kötü ve eksik beslenirken, eğitim ve kültür açısından tam anlamıyla seçeneksiz kalıyorlar. Diğer bir ifadeyle, AKP’nin köktendinci ve mezhepçi eğitim ve kültür politikalarının boyunduruğundan kurtulmak, bu alanlara para harcayıp bir parça nefes almak, alternatiflere yönelebilmek ancak varlıklıların harcı haline geliyor.