ŞİDDETLE GELEN TEVEKKÜL
Bugün ´dindar kuşaklar istediğini kürsüden söylemekten çekineyen bir başbakan varsa, Kemalizm´e karşı kemalistler´in de; büyük sermayenin çıkarlarını savunmada 80 darbesini yapan payaları hiç aratmayan liberal yazı-çizi insanlarının da şaşırma hakkı bulunmuyor. Haktan hukuktan anlamayan bir halk hedeflediler; büyük bir nefretle hep en cahiline sarıldılar, şimdi ellerinde hınç dolu cellatlar ve cellatlarına âşık bir halk vardır.
Bugün ‘dindar kuşaklar istediğini kürsüden söylemekten çekineyen bir başbakan varsa, Kemalizm’e karşı kemalistler’in de; büyük sermayenin çıkarlarını savunmada 80 darbesini yapan payaları hiç aratmayan liberal "yazı-çizi" insanlarının da şaşırma hakkı bulunmuyor. Haktan hukuktan anlamayan bir halk hedeflediler; büyük bir nefretle hep en cahiline sarıldılar, şimdi ellerinde hınç dolu cellatlar ve cellatlarına âşık bir halk vardır.
Madem Evren’i yargılıyoruz; o halde 12 Eylül’de ve 12 Eylülle ne oldu, diye sormak zorundayız; 12 Eylül’de, Türkiye’nin yönetenleri, büyük sermaye ile Kemalizm’e düşman Kemalistler, "dindar kuşaklar" yetiştirmek için harekete geçti. Gelecekte daha itirazsız, daha şiddetsiz bir şekilde, daha dindar kuşaklar yetiştirebilmek adına, büyük, çok büyük bir şiddet uyguladılar.
Büyük sermaye ve Ilıcaklı, Barlaslı medya alkışlıyordu; Behice Boran vatandaşlıktan çıkarılır, 17 yaşındaki Erdal Eren 17 gün yargılandıktan sonra idam edilirken; Onur Yayınları Sahibi İlhan Erdost, Mamak Cezaevi yolunda dövülerek öldürülür, DİSK yöneticileri tutuklanırken; grevler yasaklanıyor ve 1983’e gelindiğinde reel ücretler 1977’ye oranla yarıya iniyordu. Evren, ilk ve orta okullarda, liselerde mecburi din dersi konacağını açıklıyor; Özal, "bir elinde Kur’an, bir elinde bilgisayar olan bir Türk gençliği" istediğini söylüyordu.
Bugün "laik Türkiye Cumhuriyeti’nde, "dindar kuşaklar" istediğini kürsüden açıkça söylemekten çekinmeyen bir başbakan varsa, Kemalizm’e karşı Kemalistlerin de; büyük sermayenin çıkarlarını savunmada 80 darbesini yapan paşalan hiç aratmayan liberal "yazı-çizi" insanlarının da şaşırma ya da hayıflanma hakkı bulunmuyor. Haktan hukuktan anlamayan bir halk hedeflediler; bir büyük nefretle hep en gerisine, en cahiline sarıldılar; şimdi ellerinde hınç dolu cellatlar ve cellatlanna aşık bir halk vardır.
Işçi-İşveren İlişkileri ve Dindarlık
İletişim Yayınlarından geçen yıl içinde çıkmış, günümüzde "okunması farz" olmuş bir kitap bulunuyor. Ankara Üniversitesi, DTCF Sosyoloji Bölümü’nden Yasin Durak’ın bu çalışması, "Emeğin Tevekkülü: Konya’da İşçi-İşveren İlişkileri ve Dindarlık" başlığını taşıyor. Son derece değerli bir çalışma ve daha ayrıntılı ele alınmayı hak ediyor, ancak bugün yalnızca küçük bir bölümüne dikkat çekmek istiyoruz.
Akademik çalışmalar, edebi yazıların, örnek olsun, bir romanın vuruculuğunu taşımazlar; bu çalışmalarla amaçlanan, zihnimizde karakterler oluşturmak, tek tek karakterler ve yapıp etmeleri üzerinden, bir dönemin tipolojilerini ya da ruhunu vermek değildir. Ancak Yasin Durak’ın araştırmasının "örneklem grubundakilerin" söyledikleri ve anlattıkları, okuyanı derinden sarsıyor.
Durak’ın "karakterleri", elbette aynı derinlikte işlenmemiş de olsa, neredeyse, Dostoyevski’nin, hem dehşetli bir korku ve nefret, hem de hayranlık içinde oluşturduğu 1860 kuşağı temsilcisi Stavrogin’i ya da Diderot’nun uzun bir feodal uykudan uyanma eşiğindeki Fransa’da, efendisinin uşağı yerine, efendisinin efendisi olduğunu görebilmesine rağmen kadercilikten kurtulmayan, kurtulamayan Jacques’ı kadar sarsıcı.
Durak bir romancı değil; bir akademisyen olarak, kendi "örneklem grubuna" araştırmacı mesafesiyle yaklaşıyor; bu gruptakilerin sorulan sorulara verdikleri yanıtlara, özet ama özenli arkaplan bilgisi dışında bir şey eklemiyor. Ama karakterler yalnızca o kırık dökük cümleleriyle bizleri, 2012 Türkiyesi’nde hâlâ özlenen dindar kuşakların gündelik yaşamlarına ve zihinlerine taşıyor.
Celladına âşık kuşak 24 Ocak Kararlarını çıkarabilmek için 12 Eylül şiddeti gerekti; 2003’te 4857 Sayılı İş Kanunu ile sözleşmeli çalışma, taşeronculuk, çağrı üzerine çalışma garanti altına alınırkense artık meyveler toplanıyor ve fazla şiddete gerek kalmıyordu.
2009 yılında TEKEL işçilerinin, düşük maaşlı, sözleşmeli, özlük hakları ellerinden alınarak çalışmaya zorlanmaları sonucu başlattıkları direnişe, Durak’ın "gene düşük maaşlı, gene sözleşmeli, sigortaları ‘ahinin’ durumu uygunken ödenen", "dini bütün", cemaatten olmayınca iş bulmanın imkansızlığından söz eden işçi görüşmecilerinin tepkileri şöyle:
"Ben şöyle tahmin ediyorum, bu TEKEL işçilerinin grevi, zannediyorsam bunun içinde PKK bağlantılı insanlar da var. Geçen de arkadaşımdan duydum bunu… Yüzde sekseni PKK’lı diyelim yani, bölücü… Ha zaten bu insanı da kandırmak çok kolay olur"; "Özelleştirerek çok güzel yaptılar… TEKEL işçilerine de tamamen karşıyım ben onlara… O kadar maaş almana rağmen, asgari ücretli ne yapsın peki, sen gitmişsin orada grev yapıyordun. Ne hakkına senin?"; "Sendika gibi şeyler bize ters. Eğeceksin başını işine bakacaksın"; "Konya piyasasında göremezsin".
80’den bu yana hayli yol katetmiş ve DİSK yöneticilerini hapislerden çıkarıp kollarına takmış büyük sermaye ile Türkiye yöneticileri de, son toplu sözleşme yetkilerinin yeniden düzenlenmesi istekleriyle, sendikaları yalnızca Konya değil, tüm Türkiye piyasasında "görülemeyecek" bir olgu yapmaya hevesli olduğunu açıkça göstermiş durumda. "Dindar kuşağın" bir itirazı yok; haberi olsa, "abinin" "bazen ödediği" maaşına kani, alkışlayacak gibi görünüyor.
Celal Bayar’ın İş Bankası’ndan verdiği paralarla Ağaç dergisini çıkaran Necip Fazıl Kısakürek’in sözleri ünlüdür:
"Halka değil, Hakka inanan; meclisin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inançta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik…"
Hakka kölelik ayn bir tartışma konusu; ancak 12 Eylülün en büyük şiddetle açtığı yolda ilerleyenlerin, Gülen şiirlerini ezbere bilmediği zaman azarlanan, "sermayeye köle" bir "dindar" kuşak peşinde koştuklanna kuşku yoktur. Kuşatma budur.