TEKEL DİRENİŞİNDEN TOPLUMSAL MUHALEFETE
Başbakan ne kadar istese de öfkesini denetim altına alamıyor, dilini denetlese öfkesi mimiklerine yansıyor. Belli konular var ki, dili de mimikleri de denetimden çıkıyor; direnişçi TEKEL işçilerine ilişkin konuşurken olduğu gibi.
Başbakan ne kadar istese de öfkesini denetim altına alamıyor, dilini denetlese öfkesi mimiklerine yansıyor. Belli konular var ki, dili de mimikleri de denetimden çıkıyor; direnişçi TEKEL işçilerine ilişkin konuşurken olduğu gibi. İşçiler geçen hafta seslerini duyurmak için Ankara’ya geldiklerinde nasıl da boşalıvermişti öfkesi kameralar ve mikrofonlar karşısında. Sesi yüksek çıkıyor, yüz çizgileri ürkütücü bir durum almış, eylemci işçileri “suçlu” ilan ediyor, halkı, onların tümü “onlar” değil, aralarına “başkaları” karışmış diyerek uyarıyordu.
Kimdi o “başkaları”? Bunu, sokak gücü 7200’e çıkartılmış polis, biber gazının da yardımıyla çok sayıda eylemciyi gözaltına alıp, kimliklerinin saptandığında anlayacaktık. O “başkaları” işçilerle dayanışan emekli öğretmenler, emekli askerler, esnaf ve öğrencilerdi. Başbakan bu dayanışmaya çok içerlemiş olmalıydı.
Haksız da sayılmazdı, çünkü bizimki gibi burjuvazisi özgün ahlakını oluşturamamış toplumlarda egemen sınıfların temsilcisi iktidarların en duyarlı oldukları olgu, ezilen sınıf ve katmanlardan insanların aralarında gerçekleştirmeyi başardıkları dayanışmalardı.
Başbakan o “başkaları”ndan öyle söz ediyordu ki, duyan, onları çalışmalarını yeraltında yürüten örgütlü terör militanları sanabilirdi. Oysa onlar, gerek kendi partisi gerekse karşıt partiler tarafından faşizan niteliği üzerinde söz birliği edilen yürürlükteki 12 Eylül Anayasası’nda bile açıkça belirtilen demokratik haklarını kullanan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarıydı.
TEKEL işçilerinin 78 gün boyunca Ankara’da sürdürdükleri kitlesel eyleme birçok siyasal görüş sahibi sivil toplum örgütü, TBMM’de temsil edilen ya da varlıklarını parlamento dışında sürdüren partiler ile ezilen sınıf ve katmanlardan pek çok kişi sessiz kalmamış, direnişçi işçilerle dayanışmışlardı. Geçen hafta Başbakan’ı öfkelendiren olay da bu dayanışmanın devamından başka bir şey değildi. Başbakan, kitlesel işçi eylemlerinin bir amacının da kendi dışındaki toplumsal güçleri yanına çekmek olduğu gerçeğini görmezden geliyor, bunu bir “suç” olarak değerlendiriyordu.
Konuya ilişkin açıklamalarından bir kez daha anlamış olduk ki Başbakan burjuva demokrasisini öz olarak da, biçimsel olarak da kavramamıştır, kavramaya da hiç niyeti yoktur. O, sözlerinde demokrat, düşlerinde ise otokrat bir kişiliktir. Böyle bir kişilik Türkiye’yi nasıl yönetirse/yönetebilirse o da işte öyle yönetiyor.
Başbakan, özellikle son bir yıldır Türkiye’yi demokratikleştirmekten, başka bir deyişle, gelişmiş Batı ülkelerinde görüldüğü gibi ülkeye burjuva demokrasisini yerleştirmekten söz ediyor. Belki de bunu başarabileceğine gerçekten inanıyor.
Ne var ki bu olası değildir, eşyanın doğasına aykırıdır. Çünkü o ne aile ortamında ne doğal çevresinde ne de eğitim sürecinde burjuva kültürüyle yoğrulma olanağı bulabilmiştir. Tam tersine, burjuva kültürüne bilinçli olarak uzak durmuştur. Böyle bir kişiliğin “demokrasi kurucusu” olabilmesine istese de olanak yoktur.
Çağdaş burjuva kültürü ile çağdaş burjuva etik’i iç içe geçmiş, karşılıklı etkileşim içindeki süreç ve olgulardır. Demokratlık ve özgürlükçülük bu süreç ve olguların temel öğeleridir. Başbakan’ın bu bağlamda bu temel öğeleri özümsemiş olduğunu söylemek, zor’un da ötesinde olanaksızdır.
Tekrar Ankara’ya, TEKEL işçilerine dönecek olursak, onlar bir kıvılcım çakmışlardır. Fakat bu kıvılcım henüz bozkırı tutuşturmaktan uzaktır. O halde bu ülkenin ezilenlerine, demokrasi ve özgürlükten yana güçlerine düşen görev katkılarla, desteklerle, dayanaşarak kıvılcımları çoğaltmaktır. Ta ki bozkırı tutuşturana kadar.
DENİZ KAVUKÇUOĞLU- CUMHURİYET