TEKEL İŞÇİLERİ’NİN GÖSTERDİĞİ: NEO-LİBERALİZMİN TRUVA ATI OLARAK NEO-MUHAFAZAKARLIK – ERSİN VEDAT ELGÜR
Muhafazakar partilerin iktidar olduğu –ki buna Almanya ve İngiltere’deki Thatcher ve Kohl dönemi de dahil edilebilir ve artık Türkiye’de de AKP dönemi- zaman dilimleri işçi haklarının en çok gerilediği, sermayenin saldırılarının yoğunlaştığı, emeğin vasıfsızlaştırıldığı ve bunun dolaysız sonucu olarak emek gücünün değerinin düştüğü anlardır.
Muhafazakar partilerin iktidar olduğu –ki buna Almanya ve İngiltere’deki Thatcher ve Kohl dönemi de dahil edilebilir ve artık Türkiye’de de AKP dönemi- zaman dilimleri işçi haklarının en çok gerilediği, sermayenin saldırılarının yoğunlaştığı, emeğin vasıfsızlaştırıldığı ve bunun dolaysız sonucu olarak emek gücünün değerinin düştüğü anlardır.
Özellikle tarihçiler bilir ki olmakta-olanın eş-zamanlı değerlendirmeleri çok zaman büyük handikaplara ve yanlışlıklara gebedir. Bunun birkaç nedeni sayılabilir: Birincisi, eş-zamanlı bir değerlendirme ve argümanlar üzerinde akıl yürütme doğaldır ki ilk olarak uzamın nesne edinilmesini gerektirir; bu nesne edinmenin niteliği ve uzamın sınırlarını çizme işi olmakta-olanın etkilerinin ve bileşenlerinin tam olarak görülemediği için şimdi ve burada hep eksik kalır. İkincisi, geçmiş olan durağan ve olmuş-olan demek değildir; gelecekte olabilecek olanların olmuş-olanı her daim bambaşka perspektiflere konumlandırması ve geçmişin tekrar tekrar deneyimlenmesi sonucunu doğurur. Ve ilk ikisinin zorunlu sonucu olarak; olmakta-olanın diğer bileşenlerinin açığa çıkması tarihin kendinde deviniminin bir sonucu değil ona etki eden öznelerin tarihsel eylemlerine bağlıdır. Yani bilginin hem üretilmesi hem de ortaya çıkarılması pratik bir etkinliktir.
Bu nedenlerle Tekel İşçileri’nin eyleminin kazanımlarının ya da kayıplarının şimdiden bir değerlendirmesi birçok eksikliği de içinde barındıracaktır. Fakat Tekel İşçileri’nin eyleminin daha şimdiden olmuş-olanın yeniden deneyimlenmesi açısından Türkiye siyasetine muazzam bir katkısı olmuştur. Bu katkı neo-muhafazakarlığın siyasal işlevinin ne’liğinin açık kılınmasıdır.
Burada, Tekel İşçileri’nin eyleminin, ikincisi birincisine zorunlulukla bağlı olan iki siyasal işlevi açık kıldığı, yani şimdinin eylemine bağlı olarak oluşturulmuş olan perspektifin geçmişi iki yönden anlaşılır kıldığı söylenebilir: Açık kılınanlardan biri –ve zaten çok daha önceden dillendirilen ama gösterilemeyen– muhafazakarlığın neo-liberalizmin uygulayıcısı olarak şekillendiği ve diğeri de muhafazakarlığın bu bağlamdaki işlevinin teknik bir iş olan yönetmenin –ya da buna siyaset dersek- lehine, siyasalın –yani siyasetin gerçek zemininde yapılan işin- ilga edilmesidir.
Siyasalın ilgasının üzerinde köklendiği düşünce zemini Fukuyamacı kapitalizmin zaferi argümanıdır. Verili olanın mutlak doğruluğuna biat etme ve politik olanı teknik bir hesap işine dönüştürme. Bu siyaset yapma biçiminin en düzeysiz görünümleri başbakan Tayyip Erdoğan’ın “yetim hakkını size yedirmem” gibi telaffuzlarında ve maliye bakanı Mehmet Şimşek’in “tek hatamız merhametimiz” cümlesindeki düşünce kıtlığında ortaya çıkar. Şimşek için Tekel İşçileri ile ilgili düşünülecek yegane şey, verili olan ve kendisi tarafından mutlak doğru olarak kabul edilen sistemdeki girdi çıktı hesaplarının birbiriyle uyuşması sorunudur. Rakamların dünyasında girilmiş olan kavgada güvenceli gelecek, sendikalı çalışma, insanca ücret ve yaşam gibi, sayıların karşısına koyulmuş olan kavramlara yer yoktur. Dünyanın ve yaşamın sahiplenilmesi yerine verili olanın sürdürülebilmesi çabasında fabrikada dişlisi kırılan bir makine ile o makinede kolu kopan işçi aynı düzeyde iş zaiyatıdır. Mehmet Şimşek merhametin değil, neo-liberalizmin işleyişindeki merhametsizliğin -ve aslında üzücü olan bunu kendisinin gör-e-memesidir- cisimleşmiş formudur. Ve burada merhamet Mehmet Şimşek’in düşmüş olduğu durumun acizliğinin farkına varanların ona karşı hissedebileceği bir duygudur ancak.
Siyasalın teknikleştirilmesi durumuna eşlik eden ikinci faktör çok daha köklü bir tartışma zemini açar. Bu siyasetin ‘gerçek’ zemininin manipülasyonuna yönelik bir hamledir ve politik olana dair tartışma zemininin görünümünü, bu zamana kadar siyasalın kurmuş olduğu kavramsal haznenin zeminini, toptan farklılaştırma –sorunsalları değiştirme- amacı güder. Basit ve herkes tarafından bilinen bir örnek vermek gerekirse; Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması kavramsallaştırması uluslararası arenada Amerikancı siyasetin dost-düşman ayrımını belirleyen ve eski sınıf çatışmasının yerini alan bir argüman oluşturma işlevi görürken iç siyasette de kimlik politikalarının siyasalın bütün zeminini kaplamasına –ve elbette kimlik siyaseti siyasalın bir bileşenidir ama tamamı değil- olanak sağlar. Muhafazakar partilerin iktidar olduğu –ki buna Almanya ve İngiltere’deki Thatcher ve Kohl dönemi de dahil edilebilir ve artık Türkiye’de de AKP dönemi- zaman dilimleri işçi haklarının en çok gerilediği, sermayenin saldırılarının yoğunlaştığı, emeğin vasıfsızlaştırıldığı ve bunun dolaysız sonucu olarak emek gücünün değerinin düştüğü anlardır. Buradan sakın bu adamların ‘kötü’ adamlar olmaları yüzünden bu durumların açığa çıktığını savladığımız düşünülmesin; siyaset kişilerin karakterleri üzerinden değil onlarda –kimi zaman da bilinçsizce- cisimleşen yapısal sorunlar üzerinden yapılır. Sermayenin saldırılarının yoğunlaştığı zamanların muhafazakar partilerin iktidar anlarına denk gelmeleri muhafazakar partilerin liberalizmle bütünleşme isteklerinden (bu bütünleşme bir sonuçtur) değil omurgasız bir siyasetin temsilcisi olmalarındandır. Onlar Komünizmle Mücadele Dernekleri zamanında devletçi, ‘Adil Düzen’ anlayışlarında Keynesçi ve şimdilerde vahşi birer liberal olabilirler. Çünkü bu tür partiler kendilerini siyasalın gerçek zemininde değil siyasalın bileşenlerinden birine odaklanarak ve siyasetin yönetme oyununun temelinde örgütlerler. Ufuksuzluk ve umutsuzluk verili olanın içinde hesap yapan teknik bir siyaset algısını görünüşe getirir. Ve bu yüzden onlar için üniversitede -emek gücünün vasıfsızlaşmasına ve değerinin düşmesine olanak sağlayan- kontenjan artırımları aynı zamanda tarımda ve özelleştirme sonucunda işsiz kalan kitlelerin oranını dengeleyici bir hesap işidir yalnızca.
Asgari ücretle ilgili hesaplar onlar açısından insanın insanca yaşaması baz alınarak yapılmaz; sermayenin asgari ücretin daha düşük olduğu ülkelere kaçmaması içindir bütün çaba; ve sözleşmeli, güvencesiz çalışma: zannedersiniz ki insanlar dünyaya birilerinin kazancını daha fazla arttırmak için birbiriyle kıyasıya mücadele etsin diye gelmişlerdir. Ve sanırım cennet artık anaların değil sermayenin ayakları altındadır yani yaratılanı yaratandan ötürü seviyorsa sanırım yaratanı Tekel İşçileri’ne öbür dünyadaki cenneti sermayeye ucuz işgücü olma karşılığında vaat etmiştir. Tayyip Erdoğan’ın şuursuzca kullanmış olduğu Akıl Tutulması tam olarak kendisinin ve partisinin içinde bulunduğu durumun bir göstergesidir. Kendisine Horkheimer’ın aynı adlı kitabını okumasını öneririm.
İşte Tekel İşçileri yapmış oldukları bu hamle ile geçmişi şimdiden perspektifle anlamanın ve onu konumlandırmanın merkezi durumuna gelmişler ve bu nedenle de artık küçük harfle tekel işçileri olarak değil büyük harfle bir özel isim olarak adlandırılmayı hak etmişlerdir: Tekel İşçileri. Felsefecilerin çabası burada açığa çıkar; eğer işimiz kavram üretmekse bir sözcüğün nasıl kavram haline geldiğinin çok açık bir örneğidir Tekel İşçileri. Ve onlar bir sözcükten bir kavrama dönüştürdüyseler kendilerini yani özneleştiyseler aynı zamanda çevrelerindeki diğer varolanların da anlamını açık eden bir aydınlık sunarlar. Kendilerini var-kılmakla liberal ve muhafazakar siyasetin temel bileşenlerini açığa çıkarırlar. Felsefeciler de kavram ürettikçe, yani gündelik anlamındaki bir sözcüğü kavrama dönüştürdükleri sürece, uzamda ve zamanda görülenin görülmemiş bileşenlerini açığa çıkararak sıradan olanı anlamlı hale getirirler.
ersinvedat@gmail.com