YENİ ZAMANLAR VE CESARET
Türkiye’de ve Dünyada 30 yıldır egemen olan bir dönem sona eriyor. “Yeni zamanların” başındayız. Bu yeni zamanların bizden talep ettiği en önemli erdem “cesaret”tir.
Tüm kötümser eğilimlere, komünist deney iflasla sonuçlandı propagandasına, bizi bu günün durumu içine çekmek için sunulan haz olasılıklarına, yükselen gericilik dalgasına kapılmamak, baskıya, devlet şiddetine, sömürüye dayanmayan, insanların eşit ve özgürce yaşayacağı bir dünyanın inşa edilebileceğine inanmak ve bu dünya için mücadele etme cesaretine sahip olmaktır. Başarı veya başarısızlık olasılıklarına bağlı kalmadan “bu günün durumunu değiştirecek toplumsal harekete” katılarak tarih sahnesine çıkma cesareti…
Otuz yıllık karanlık yırtılıyor
Türkiye’de bir askeri diktatörlükle, dünyada Reagan-Thatcher hükümetleriyle başlayan gericilik dönemi, kapitalist sınıfın, II. Dünya savaşı sonrasında kabul etmek zorunda kaldığı toplumsal kontratı yırtarak, engelsiz bir sınıf hâkimiyetini restore etmişti. Serbest piyasa söylemi, sermayeyi her türlü toplumsal denetimden kurtarırken, emekçi sınıfların tarihsel kazanımlarını adım adım ellerinden alıyordu.
Kültürel iklim de radikal bir biçimde değişmeye başlamıştı. Emekçi sınıfların kapitalizmi eleştirmesine, ötesine geçmenin yollarını aramasına, bir “kurtuluş” hareketini düşünmesine olanak veren “Aydınlanma” geleneği iki cepheden birden saldırı altındaydı. Kendini yeni ve çağdaş olarak sunan bir akım, toplumu ve insanı yeniden inşa etme geleneğini şiddetli yadsıyor, kapitalizm içinde kalan her türlü değişimi onaylarken, kapitalizmin ufkunu aşan her türlü değişimi olanaksız ve potansiyel felaket olarak görüyordu. Kültür endüstrisinin fabrikaları da, insanı bedensel hazlarına, bu hazları tatmin edecek metaları satın almasına olanak verecek para kazanma işlemlerine odaklanmaya çağıran bu akımın, her şeyin ne kadar kötü oldugunu “bilen” ama hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanan, pasif nihilist öznelerini seri halinde üretmekle meşguldü. Kapitalizm artık insanlara var olandan, başka bir gelecek vaat edemiyor, böylece nihilist bir faza giriyordu.
Aydınlanma geleneğine yönelik ikinci saldırı, her türlü hakikat fikrini yadsıyan pasif nihilizme, hazlara odaklanmanın getirdiği çöküntüye karşı, özellikle kapitalizmin yıkıcı etkilerinin en sert yaşandığı bölgelerden başlayarak, bu dünyanın ötesindeki bir “kurtuluş hakikatine” yönelen, dinci bir canlanmayla karşımıza geliyordu. Hıristiyan, Musevi, Müslüman, Hindu kökten dincilik yükseliyor, bilimsel yöntem, evrim teorisi sorgulanıyor, sorgulama giderek Kopernik devriminin kapısına dayanmaya başlıyordu…
Türkiye toplumu da bu iki saldırıdan kendine düşen payı 12 Eylül döneminin elinden fazlasıyla aldı. Bir taraftan yılgınlığın üzerinde, yeni bir tüketim humması, haz ekonomisi ve kültür endüstrisi hızla büyürken, öbür taraftan bu toplumun modern zamanlardaki tüm devrimci geleneği, mücadele tarihi burjuva devriminden başlayarak unutturulmaya, karalanmaya çalışılıyordu. 1960’ların ve 70’lerin isyancı kuşağının, komünist hareketin tüm yaşamının ve mirasının, üzerine patolojik damgası vurularak mahkum edilmesi özellikle önemliydi. Böylece yeni kuşaklar dünlerinden kopacaklar, bu günlerini anlayamayacaklar ve geleceklerini sorgulamayacaklardı.
Komünist hareketin ayakta kalanlarının önemli bir kısmı geçmişin değerlendirilmesine ve eleştirilerek radikal çekirdeğinin kurtarılmasına, deneylerinin yeniden edinilmesine olanak sağlayacak düşünsel etkinlilerde yetersiz, kimi zaman isteksiz ve giderek geç kalırken, bir kısmı, geçmişin eleştirisini, geçmişin ret edilmesiyle karıştırıyordu. Bu ikilem, bu geçmiş içinde yeri olmayan akımların, geçmişi yok sayarak kendilerine yar açma çabalarına olanak sağlıyordu. Bu süreç son derecede aklı karışık, yönelimsiz, liberalizmin demokrasi fantezilerinin, medyanın ünlülerinin, pembe veya karanlık dizilerinin tılsımına kapılmış, ama son derecede umutsuz ve mutsuz bir gençlik, özellikle işçi gençlik üretiyordu.
Dün teoriye ve geleneğe inançlarını kaybetmeden sabırla konuşmaya devam edenler, bu karanlık dönemde, yapıya teslim olmadan ayakta kalarak bu günlere kadar gelebildiler. Öbürleri… Öbürlerinin ne olduğunu referandum sürecinin “yetmez ama evet” teslimiyeti bize bir kez daha göstermedi mi?
Yeniden başlıyoruz ama “sıfır” noktasından değil
Üç yıl önce patlak veren mali kriz “her şeyi” değiştirmeye başladı. Bir anda mali parazitlerin akıl almaz derecede müstehcen zenginlikleri ve Fransız devrimi öncesindeki aristokrasiyi anımsatan küstahlıkları, ekonomiyi ve dünyayı yönetmekle yükümlü olanların, cehaletleri, bu cehalet karşısındaki şaşkınlıkları, adeta mazeret beyan eden aptalca bakışları gözler önüne serildi. Bu sırada devlet mali sermayenin yönetim komitesi gibi hareket etmeye ve krizin yükünü emekçi kesimlerin üzerine yıkmaya başlıyordu.
Artık her şey o kadar açıkta ve utanmazca yaşanıyordu ki… Bu yeni iklimin yarattığı nefret ve tiksinme, adaletsizlik duyguları emekçi sınıfların üzerinden teslimiyet ve çaresizlik yükünü kaldıracaktı.
Artık birkaç yıl önce ağza alınamayacak kavramlar günlük yaşama giriyor, olasılıklar tartışılıyor, en önemlisi Komünizm kavramı, dünya entelijansiyası arasında, üniversitelerin felsefe ve ekonomi politik, kültürel çalışmalar bölümlerinde uzun bir aradan sonra yeniden ve giderek yaygınlaşan bir ilgiyi üzerine çekmeye başlıyordu. Bu başlıklarla yapılan toplantılarda yer bulmak için artık saatler öncesinden kapının önüne ulaşmak gerekiyordu. Hem de elindeki kriz yönetim modeli iflas etmiş, hegemonya ilişkileri sakatlanmış bir uluslararası sermayenin, hemen her ulusal coğrafyada emekçi sınıflara saldırmaya hazırlandığı bir dönemde…
Şimdi, şu absürt soruyu soranların sayısı giderek artıyor: Her türlü ekolojik felaketi, dünyada yaşamın çeşitli sonlanma senaryolarını hayal edebiliyoruz, filmlerde tekrar tekrar canlandırabiliyoruz, ama neden kapitalizmin, alt tarafı, tarihsel olduğunu bildiğimiz, zaaflarının fena halde ayırtında olduğumuz bir üretim tarzının sonunu düşünemiyoruz? Neden, küresel ısınmanın dünyayı açlığa mahkum etmesi, yada insanların uzaya gitmesi, laboratuarda yeni türler hata canlılar yaratması mümkün görülürken, Slavoj Zizek’in işaret ettiği gibi, bir kamu sağlık sisteminin kurulması talebine karşılık, “kaynak yok, imkansız” cevabı alıyoruz? Trilyon dolarlık savaşları finanse etmek olanaklı, insanlığın en temel gereksinimlerini karşılamak olanaksız!
Gerçek şu ki kapitalizm artık ne kendini açıklayabiliyor ne de gelecek kuşaklara hiçbir şey vaat edememesinin nedenlerini. Ve bu krizi daha uzun bir zaman, bir kez daha “nihai kriz” sıfatını hak eder bir biçimde devam edeceğe benziyor. Ama, önümüzden büyük bir olasılıklar yelpazesini açarak…
Avrupa’yı kasıp kavuran işçi hareketlerine ve sosyalist hareketin içinde başlayan kültürel canlanmaya bakarak, şöyle diyebiliriz sanıyorum. Tarihe ve geleneğe sahip çıkarak yeniden başlamak, yeni bir tarih ve gelenek yaratmak üzere bir yolun başında duruyoruz. O ki bunu biliyoruz, erdemli bir insan olmanın koşulu da bu yolun davetini kabul etme cesaretini gerektiriyor…
Türkiye’de de durum farklı değil. Ekonomik kriz, tüm aksi yönde propagandaya karşın teğet geçmedi ve emekçi kesimler üzerinde büyük bir tahribat yarattı; bu tahribat orta sınıflara doğru yayılmaya devam ediyor. Sürdürülmesi giderek zorlaşan borç yükü, ihracata ve uluslararası mali sermayeye bağımlı büyümenin yeniden kesintiye uğraması kaçınılmaz. O zaman büyük bir sarsıntı bizi bekliyor.
Tekel işçilerinin destansı direnişi, hepimizin göğsünü kabartan Bir Mayıs 2010, Türkiye sosyalist hareketinin, mücadele geleneğinin temsilcilerinin yeniden tarih sahnesine çıktığını gösteriyordu. Referandum süreci, kimi “güzel ruhlar” sonuçlara bakarak moral bozukluğuna sürüklense, yılgınlıkla “kendini kamçılama” seansları düzenlese de, sosyalist hareketin, ülke siyasetinde ihmal edilemez bir varlık haline geldiğini gösterdi. Dahası, referandum süreci sosyalist hareketin kendini görmesine ve sınırlarını daha iyi tanımasına, geleneğin öneminin ayırtına bir kez daha varmasına yardımcı oldu.
Çok sert bir dönem olacak bu “yeni zamanlar”
“Yeni zamanlar” çok sert bir dönem olacak. Bu dönemde, en önemli erdemin “cesaret” olmasının bir nedeni de bu. Bu fiziki cesaretten daha önemli ve öncelikle, ahlaki, teorik ve siyasi bir cesaret olmak durumunda. Kapitalizmin aşılabileceğine inanmak, solun güçlerini birleştirerek büyümeye, etkisini arttırmaya devam edebileceğine ve tarihin hızına yetişebileceğine inanmak cesaretini gösterirken aynı zamanda, geri plana atılan, üstü örtülen, unutulmaya bırakılan, “duvara asılan” çalışma tarzlarını, mücadele araçlarını yeniden konuşmaya, yenilerini üretmeye girişme cesaretine sahip olmak gerekiyor. Ve tüm bunları yaparken, “ya başarılı olamazsak?” sorusuna, “bunlar gerçekçi değil”, “henüz gücümüz yeterli değil” itirazlarına kulakları kapama cesaretini göstermek gerekiyor.
Yeni dönem çok sert olacak, çünkü kriz yönetim modeli neo-liberal küreselleşme ve finansallaşma tüm enerjisini tüketti. Artık sermayenin önünde, üçlü bir süreç var:
Birincisi, karların restorasyonu açısından, işçi sınıfının artık-değer üretme kapasitesinin arttırılmasından ve emek maliyetlerini düşürülmesinden, sosyal hizmetlerin daha da kısılarak sermayeye kaynak transfer edilmesinden başka yol kalmadı. Bunun için emek disiplinin artması, işçi sınıfının mücadele kapasitesinin, örgütlerinin sabote edilmesi, komünizmin sesinin kısılması gerekiyor. Bu süreç, herhangi bir sosyal demokrat hareketin, partinin emekçi sınıflara bir reformlar talebi sunma ve verebilme olasılığını dışlıyor.
İkincisi, Çin ve Hindistan gibi ekonomilerin getirdiği basınçtan dolayı, her ulus devletin, temsil ettiği sermaye gruplarının ve üzerinde yükseldiği ekonominin hammadde ve enerji tedarikini güvenlik altına almak, üretilen mallara yeni pazarlar bulmak çabasına öncelik vermesi gerekiyor. Sağladıkları büyük rantlardan dolayı yaşamsal bir birikim aracı haline gelen hammadde ve enerji kaynaklarının denetimi üzerindeki rekabetin daha da sertleşmesi kaçınılmaz. Uluslararası eşgüdüm, küresel yönetişim fantezileri hızla yerini “itin iti yediği” bir ortama bırakmaya başlıyor.
Üçüncüsü, hem emekçi sınıfların mücadele kapasitesini sabote etmek, hem komünistlerin sesini kısmak, hem de enerji ve Pazar rekabetinde, gündeme gelecek şiddet içerikli operasyonların (savaşlar vb…) gerektireceği insan kaynaklarını sağlayabilmek için şoven milliyetçiliğin, ırkçılığın, din ve “uygarlık savaşları” nın, etnik çelişkilerin daha da kışkırtılması gerekecek.
Bu üçlü sürecin, küresel ısınmanın, iklim krizlerinin gündeme geldiği bir ortamda, kapitalizmin krizini, insanlığın sonunu hazırlayacak bir uygarlık krizine dönüştürmeye başladığını görüyoruz. Şimdi “gerçekçi” olmak gerekirse, düzenin mantığı içinde, bize imkansız olarak sunulan şeyi düşünmek gerekmiyor mu? Böyle bir konjonktürde, felaketin önünü kesebilecek tüm önlemlerin ve önerilerin bir adım sonra kapitalizmin sınırlarına gelip dayandığını, bu sınırların aşılmasını zorunlu kıldığını, bunun için gereken eylemi, bu eylemi gerçekleştirecek cesareti talep ettiğini görmemek mümkün mü?