Başbakan Erdoğan’ın Taksim’i 1 Mayıs’a kapatmasının hiçbir meşru gerekçesi yoktur. Zaten kendisi de yasağına herhangi bir bahane gösteremiyor. Yasağını savunamayan Başbakan, saldırıyı tercih ediyor. Taksim’de ısrar eden sendikaları “şımarık bir ruh haline sahip olmakla” suçluyor.
“Taksim’den bir defa ümidinizi kesin” diyor; Yenikapı’yı adres gösteriyor. İktidar, Yenikapı sahilindeki o alanı muhalif gösteriyi şehir merkezinden uzaklaştırıp halkın dikkatinden kaçırmak, yalıtmak ve kontrol altına almak amacıyla inşa etti. İktidarın müstebit siyasi kültürünün yansıdığı bir projedir bu. Yenikapı’da ancak AKP miting yapar çünkü iktidar ve ana akımın bilcümle TV kanalları Erdoğan’ın konuştuğu bütün açık hava toplantılarını zaten canlı yayımlıyor. Buna mukabil her türden muhalefetin medyaya erişimi ise görülmemiş biçimde kısıtlanmış bulunuyor. Bu şartlarda Yenikapı, AKP haricindekiler için sürgün ve tecrit alanıdır.
Sendikalar, sol hareketler ve sivil toplum örgütleri 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isterken, anayasal hakları olan barışçıl toplantı ve gösteri yapma özgürlüğünü de savunuyorlar. Temel hak ve özgürlükleri kentin sol hareketler için tarihi önemi büyük, merkezi bir meydanında savunmakta ısrar, şımarıklık değildir; bilakis bir bilinç ve olgunluk işaretidir. Erdoğan’ın Taksim’de 1 Mayıs’ı yasaklama kararı ise keyfidir. 2010’da Taksim’i 1 Mayıs’a açarken, o zaman tasarladığı anayasa değişikliği referandumunda “12 Eylül ile hesaplaşma” vaadiyle “Evet” oyu isteyeceği sol kesimlere hoş görünmek maksadıyla hareket etti.
Taksim 1 Mayıs’a açıldı da fena mı oldu? İstanbul, engel ve baskı olmadığında gayet güvenli ve huzurlu 1 Mayıs’ları 2010’da ve onu izleyen diğer iki yılda idrak etti. Peki Erdoğan, o 1 Mayıs’larda alanı dolduranlardan ne bekliyordu? Hayır dua mı? Onlara alanı açarak bir lütufta mı bulunmuştu? Taksim’in 1 Mayıs’a yeniden açılması için yıllardır mücadele edip bedel ödeyenlerin 2010 ve sonraki iki yılın 1 Mayıs’larında Taksim’de olabilmelerini sökerek alınmış bir hak değil de Erdoğan’ın bir lütfu olarak kabul etmeleri zaten mümkün değildi.
Dolayısıyla iktidarın muhtemelen boşuna beklediği bir şükran duygusunun eseri olarak solcuların, işçilerin ve sivil toplum
örgütlerinin, bir başka anayasal hakları olan ifade özgürlüklerinden, AKP iktidarına muhalif sloganlar atmayarak vazgeçmelerini beklemek de abesti. Taksim’in 1 Mayıs’a yeniden yasaklanmasında, eleştiriye ve protestoya sıradan tahammülsüzlük kadar iktidarın yeni rejim vizyonunda bu meydan için öngördüğü, ideolojik ve politik içerikli dönüşüm projesinin de rol oynadığını düşünüyorum.
Yeni rejimin sembollerinin Taksim Meydanı’na geriye dönüşü olmayacak şekilde kazınması yönündeki teşebbüs Gezi direnişi ile şimdilik duraklamış görünse de, iktidarın bu projeyi elverişli koşullar oluştuğunda yeniden uygulamaya geçirme düşüncesini aklından çıkarması için bir neden yok. Taksim’in 2013 1 Mayıs’ında yasaklanması ve alana yönelmeye çalışan kortejlere uygulanan polis şiddeti, Gezi patlamasını hazırlayan öfke birikimi faktörleri arasındaydı. Başbakan Erdoğan’ın bugünkü olumsuz kararlılığında bir “Gezi refleksi”nin de rol oynadığı bellidir. Taksim’i Gezi’nin ardından 1 Mayıs’a açarsa, Geziciler karşısında geri adım atmış gibi görüneceği düşüncesinden nefret ediyor olmalı.
Burada söz konusu olan anayasal haklar ve özgürlüklerin tahakkuku doğrultusunda adım atmaksa, bu neden bir geri adım olsun ki? Bilakis, ileri bir adımdır. Erdoğan’ın bir başka üzücü ifadesi “İlla burada (Taksim’de) yapacağım dersen bu bir defa çatışmaya ben hazırım anlamına gelir” şeklinde. Taksim’de 1 Mayıs’ı yasaklamanın meşru gerekçesini sunamayan bir Başbakan’ın, sendikaların anayasal haklarındaki meşru ısrarını bir çatışma gerekçesi olarak takdim etmesi düşündürücüdür. Taksim’de 2010-12 yıllarında düzenlenen 1 Mayıs’lar kamu düzenini bozmadı; buna karşılık kamu düzenini Taksim’e konulan yasak bozdu.
O yasağın meşru bir gerekçesi yoksa, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyenlerin üzerine TOMA’ları saldırtmanın da meşru zemini yok. Bu durumda çatışmayı isteyen kim acaba?