Türkiye’nin kalıtsallaşmış hastalıklarından biri enflasyon. Uzun yıllardır ülkemizde yüksek enflasyon hep var olmuş, insanlar ise ekonomideki bu çarpıklığın sonuçlarını ağır bedellerle ödemiş. Sadece ekonomik değil, toplumsal maliyetleri olan hayat pahalılığı kalıcı olagelmiş. Gelirin fiyat artışına paralel bir şekilde artırılmaması, enflasyonu hayat pahalılığına dönüştüren etmen. Dolayısıyla enflasyonun maliyeti bizde çifte ödeniyor, yani enflasyonun maliyeti katlanıyor. Bir yandan elde tutulan paranın değeri düşüyor, diğer bir yandan gelir enflasyon karşısında erimeye terk edilerek, alım gücü düşüyor, yoksullaşmaya neden oluyor.
Peki, ücretli çalışanlar, enflasyonun şiddetini bu haliyle hissedebiliyorlar mı? Yanıtı hayır. Borçlanma mekanizması bu şiddeti yumuşatıyor. Enflasyon maliyetlerinin bir kısmının ertelenmesine, reel etkilerinin yani satın alınan mal ve hizmetlerin sayısındaki düşüşün bir nebze de olsa önüne geçerek bu bedelin bir kısmının görünmez hale gelmesini sağlıyor. Aslında enflasyon, olağanca şiddetiyle orada, yani hayatımızda duruyor. Fakat kredi kartı veya ihtiyaç kredisi gibi mekanizmalarla insanlar ihtiyaçlarına bir şekilde erişebiliyorlar, hayat standartlarını bu şekilde koruyabiliyorlar. Ne var ki burada “ne pahasına?” diye sorduğumuzda, ekonomik ve toplumsal maliyetin azalmadığı bilakis ağırlaştığı yanıtıyla karşılaşıyoruz.
Borçlanma, faiz ve enflasyon arasındaki ilişki, Türkiye ekonomisinin bugün içine düştüğü çıkmazı ortaya koyan bir görüntü sunuyor. Mekanizmayı birkaç cümlede özetleyecek olursak şöyle ifade etmek mümkün;
Türkiye ekonomisi, uzunca bir süredir üretimde, ihracatta rekabetçi bir iddia taşımıyor. Dünyadaki üretim teknolojilerine ayak uyduramadığı için dışa bağımlı bir üretim anlayışı izliyor. Ülkeleri, toplumlarıyla birlikte zenginleştiren, bunu yaparken de geliştiren kalkınma anlayışından uzak olarak kaynaklarını tahrip edici, çevreyi, kültürel dokuyu, kent ruhunu yok edici inşaat odaklı gelir yaratma stratejisini uyguluyor. Bunu yaparken de, büyümenin devam ettirilmesinde özel tüketim harcamaları öne çıkıyor. Fakat aynı zamanda toplumun büyük bir kısmını oluşturan ücretli kesimin geliri enflasyon karşısında erimeye terk ediliyor. O halde borçlanma en kullanışlı kalem haline geliyor. Kişiler borçlanmayı faizlerin düşük olduğu ortamda tercih ederler değil mi? Türkiye’de yüksek faizle de borcun arttığını gözlemleyebiliyoruz. Her ay yaklaşık olarak tüketici kredilerinde yüzde 20’lik bir artış izlenmesi, bu durumu destekliyor. Ve bu durum gösteriyor ki, borçlanma ülkemizde keyfi olarak değil, zorunlu olunduğu için yapılıyor. Masrafları bir asgari ücretin kat be kat üzerinde olan eğitim için, sağlık için, mutfak masrafından giyim ihtiyacına dek birçok ihtiyaç için kredi kartları veya krediler kullanılıyor.
Diğer bir yandan faizler de artıyor. MB, hükümetin olağanca baskısına rağmen faizleri düşüremiyor, elinden gelen en fazla gayret ise faizleri sabit bırakmak oluyor. Çünkü ülkenin sıcak paraya, sıcak paranın bol kazanca ihtiyacı var.
Hal böyle olunca, yüksek faiz-yüksek enflasyon-tüketime dayalı büyüme sarmalından Türkiye bir türlü çıkamıyor. Çıkış rotası ise birçok kesim tarafından dile getiriliyor. Planlı, kalkınma yaklaşımının benimsendiği, toplumsal refah odaklı üretken bir ekonomik modelin inşa edilmesi gerekliliği, kimse tarafından inkâr edilemez bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Böylesi bir modelin aynı zamanda çevre-doğa-kültürel zenginliği de kapsadığı, aynı zamanda bilimsel, özgür ve demokratik bir eğitim ile yetişmiş gençliğe ihtiyaç duyduğu da biliniyor. Yani çıkış rotası var ve biliniyor. Ama uygulanmıyor. Uygulanmamasının ötesinde tüm bu değerlerin hızlı tahribatı devam ediyor. EĞİTİM bilimden, demokratik ve kamusal bir nitelikten uzaklaştıkça, çevremizdeki tüm doğa yok olurken, bu sarmaldan çıkmayı beklemek nafile.